Tag Archives: Dış Politika

ABD’nin Darbelerle İmtihanı

Bu yazıda ABD’nin dış politika tarihinde darbeler ve dış müdahalelerin rolü değerlendirilmektedir. Amerika’nın küresel bir oyuncu olmaya başladığı 2. Dünya Savaşı öncesinde de sonrasında da stratejik hedefleri ve kurduğu düzenin devamı için dış müdahale, askeri yönetimlerle çalışma ve darbeye destek gibi yöntemlere başvurduğu bilinmektedir. Dünyada demokrasi ve insan haklarının gelişmesi için çalıştığını iddia eden Amerikan dış politika yapıcılarının bu değerleri en iyi ihtimalle ikinci plana attıkları görülmektedir. Bu değerlendirmemiz Amerikan dış politikası yapımında demokrasinin önemsiz olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır zira Washington dünya çapında kurumsal demokrasi inşasına ciddi kaynaklar ayırmaktadır. Ancak ulusal güvenlik ve dış politika çıkarlarıyla çelişki teşkil ettiği noktada bu değerlerin ikinci plana atıldığı görülmektedir. Bu sebeple ABD’nin darbelerle imtihanında geçer not almadığını ve aksine darbe ve askeri yönetimlere destek gibi araçları ulusal çıkarlarını korumak için kullandığını belirtmemiz gerekir. 

ABD’nin başka ülkelerdeki siyasi süreçlere etkisi ve doğrudan müdahalesinin tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Ülkenin uluslararası sistemin belirleyici gücü olarak ortaya çıktığı 2. Dünya Savaşı öncesinde hem kuruluş hem de genişleme aşamasındaki diğer devletlere müdahaleleri bilinmektedir. ABD kıta Amerikası’ndaki bütünlüğünü de uzun bir zaman zarfında savaş, işgal, darbe ve iç savaş süreçleri sonrasında sağlayabilmiştir. Bazı eyaletlerini de kendine katarken dış müdahale ve savaş gibi yöntemlere başvuran ABD örneğin Meksika’yla savaşı sonrasında California eyaletini kendine dahil etmiştir. Birliğini sağladıktan sonra da Latin Amerika’daki birçok devletin ya iç işlerine karışarak ya da doğrudan darbe girişimlerini destekleyerek Amerika kıtasının siyasetinde en belirleyici güç olarak öne çıkmıştır. 

ABD’nin her ne kadar yayılmacı bir siyaset izlediğini söyleyenler olsa da ülkenin Atlantik’ten Pasifik’e bütünlüğünü sağladıktan sonra daha fazla büyümek istediğini söylemek pek de mümkün değildir. Kurucu babalarının iki okyanus ve iki nispeten zayıf komşu arasında ‘Avrupa’nın siyasetinden uzak kalma’ politikasını benimsemelerinin Amerika’nın büyük stratejisinin izolasyonist bir çizgide gelişmesine neden olduğunu hatırlamak gerekir. ‘Eski Dünya’ olarak tanımladıkları Avrupa’nın ulus devletlerinin düştüğü tuzaklara düşmek istemeyen kurucu babalar ülkeyi kurumsal olarak da Avrupa siyasetinden ve kurumlarından farklı kılmak üzere çaba göstermişlerdir. Bu yüzdendir ki her iki dünya savaşında da Amerikan halkı savaşa girmekte son derece isteksiz olmuştur. 

ABD’nin 1. Dünya Savaşı’nın dışında kalması ve ekonomisinin çatışmadan uzak biçimde büyümesi 2. Dünya Savaşı’na gelindiğinde ülkenin dünya siyasetine yön verebilecek potansiyele ulaşmasını da sağlamıştır. Buna rağmen ABD’nin 2. Dünya Savaşı’na girmesi kolay olmamıştır. İngiliz Başbakanı Churchill’in ABD’yi Hitler’e karşı yanına çekerek savaşa sokmaya çalışan yoğun çabalarına rağmen Washington uzun süre tarafsız kalmayı yeğleyerek büyük oranda Hitler’in kontrol ettiği bir Avrupa’yla nasıl ekonomik ve siyasi ilişki kuracağını tartışmıştır. ABD’nin savaşa girmesinde en etkin olan unsur Japonların Pearl Harbor saldırısıyla savaşa daha girmeden Amerikan donanmasını yok etme girişimi olmuştur. 

ABD Başkanı Roosevelt’in o ana kadar İngiltere gibi müttefiklerine silah üretimiyle dolaylı destek verme politikası Amerikan askeri kapasitesini en üst düzeye taşıdığı için ABD’nin o noktada savaşa girmek için son derece hazırlıklı olduğunu söylemek mümkün. O ana kadar müttefiklerine her türlü yardımı sağlayan ancak savaşa girmeyen ABD’nin Başkanı Roosevelt ile Amerika’nın uzun süredir Almanya’ya karşı savaşa girmesini sağlamaya çalışan Churchill arasındaki gizli görüşmelerde Atlantik Anlaşması 2. Dünya Savaşı sonrasında nasıl bir düzen kurulacağının ana hatlarını belirleyen belge olmuştur. ABD’nin savaş sonrasına kadar küresel düzen ve küresel liderlik iddiaları bir yana, Pearl Harbor’a kadar savaş dışında kalmayı tercih ettiğini anlatmamızın nedeni Amerika’nın başından beri yayılmacı bir siyaset güttüğü tezinin çok da doğru olmadığını anlatmak içindir. 

Soğuk Savaş

Bu bağlamda ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrasında kurduğu düzenin devamı için ülkelerin iç işlerine müdahale etmesi ve özellikle komünizmin yayılmasını engellemek bahanesiyle darbelere destek vermesi nispeten yeni bir olgu olarak karşımıza çıkar. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’yle girdiği ideolojik ve aynı zamanda jeopolitik mücadelede ABD diğer ülkelerin kapitalist safta kalmasını öncelemiştir. Diğer bir deyişle ABD için demokrasilerin gelişmesinden çok demokratik kampın komünist kampa karşı galip gelmesi öncelikli bir hal almıştır. Batı ittifakının askeri, ekonomik ve siyasi kurumlarının güçlü işlerliği ve ülkelerin Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin safında yer alması bu ülkelerdeki demokratik gelişimin önünde olmuştur Washington için. Her ne kadar komünizme karşı liberal demokratik kapitalist kampın varoluşsal mücadelesi söylemi yaygınlaşsa da demokratik kurum ve değerler ikinci planda kalmıştır.

Bu perspektiften bakıldığında Batı ittifakının liderliğini yapan ABD’nin dünyanın farklı yerlerindeki ülkelerin Sovyetler tarafına geçmesindense darbeci veya otoriter liderler tarafından yönetilmesi tercih edilmiştir. Marshall planıyla Avrupa’nın ekonomik altyapısını yeniden inşa ve komünist bloka kaymasını engellemek için önemli miktarda mali kaynak ayıran ABD, Latin Amerika, Ortadoğu ve Asya’da Sovyetlerin komünizmi yayma çabalarına karşı kendine yakın gördüğü rejimleri desteklemiştir. Mısır’da İngiltere’nin Süveyş’i kontrole devam etmesine karşı oluşan milliyetçi hissiyatı kullanarak monarşinin sonunu getirecek Hür Subaylar Hareketi’ni destekleyen ABD’nin 1952 darbesindeki rolü örnek verilebilir. ABD’nin Mısır’ın Sovyet bloğuna devşirilmesini engelleme isteği bu ülkedeki rejim değişikliği çabalarına destek vermesini sağlamıştır. Mısır’da monarşiye karşı milliyetçi subayları destekleyen ABD’nin İran’da Başbakan Musaddık’a karşı darbeyi İngiltere’yle birlikte organize etmesi İran’ın anayasal monarşiden otoriter monarşiye kaymasına neden olmuştur. 

Bu iki örnekte de ABD’nin komünizmle mücadele adına gerektiğinde milliyetçileri gerektiğinde monarşistleri desteklediği ve dolayısıyla bu ülkelerdeki demokratik süreçlerin akamate uğramasını önemsemediği görülmektedir. Benzer dış müdahaleleri Guatemala, Brezilya, Endonezya, Vietnam, Küba ve Afganistan gibi birçok ülkede tekrarlayan Amerikan yönetimlerinin Sovyetlerle mücadele adına askeri müdahale, darbe girişimleri ve gizli operasyonlar gerçekleştirmesi Soğuk Savaş’ın en standart yöntemlerinden biri haline gelmiştir. Türkiye’de de 1960, 1971 ve 1980 darbelerinde Sovyet tehdidini önceleyen ve ülkenin Batı kampında kalması uğruna askeri yönetimlerle çalışmaktan imtina etmeyen Washington’un Soğuk Savaş dönemindeki darbecilere destek karnesinin epeyce kabarık olduğunu söylemek mümkün. Dünyanın birçok bölgesinde komünizmle varoluşsal bir mücadele veren Amerikan yönetimlerinin stratejik amaçlarla ülkelerin demokratik liderlerine darbe yapılmasına göz yumması, desteklemesi ve zaman zaman da doğrudan organize etmesi olağan hale gelmiştir. 

Amerikan dış politikasının önemli araçlarından biri haline gelen ülkenin askeri liderlerine ve komünizm karşıtı siyasetçilerine yatırım yaparak Sovyetlere karşı mücadele vermesinin bu ülkelerde demokrasinin gelişmesine bilakis ket vurduğu söylenebilir. Bu dönemde Rusya’nın stratejik olarak alanının daraltılması ve komünizmin yayılmasını önlemek amacıyla desteklediği siyasi ve askeri elitlerin ülke içinde otoriter yönetimler geliştirmesi ABD’yi çok da rahatsız etmedi. Birçok ülkede ABD ve Rusya yanlısı siyasi kamplaşmalar oluştu ve birçok ülkede iç çatışmanın tohumları ekilmiş oldu. Bu ülkelerdeki siyasi çatışmalar ülkeleri istikrarsızlaştırarak dış yardıma bağımlı hale getirdiği oranda da ABD ve Rusya bu durumu değerlendirme yoluna gittiler. Ülkelere ekonomik ve askeri destek vererek kendi yanlarına çekmeye çalışan bu iki büyük güçten biri olan ABD’nin kapitalist sitemin devamı adına yatırım yaptığı siyasi ve askeri elitlerin demokratik normları ve insan haklarını hiçe sayan politikaları da sorun olmadı. Zira ABD için bu ülkelerin uluslararası sistemde kapitalist kampta yer almaları birinci öncelikti. 

Türkiye

Bu bağlamda Soğuk Savaş döneminde ülkelerin demokratik gelişimi ve insan hakları sicili sadece Batı’dan uzaklaşmaya başladıklarında sorun olmuştu. Türkiye ve Yunanistan örneklerinde görüldüğü gibi ülke kapitalist kampta yer aldığı sürece askeri elitlerin sisteme vesayet etmesi sorun teşkil etmiyordu. ABD’nin Türkiye’deki askeri vesayet sistemi ve periyodik olarak gerçekleşen darbelere karşı tavır almaması ve aksine zaman zaman siyasi olarak da desteklemesi ülkenin Batı kampında kalmasının öncelenmesinden kaynaklanıyordu. Gerek askeri vesayetin gerek darbelerin yarattığı siyasi istikrarsızlık, demokratik gerileme, insan hakları ihlalleri, ekonomik zayıflık ve insan gücü maliyetleri gibi sonuçlar da uluslararası sistem tarafından göz ardı ediliyordu. 1980 darbesi sonrasında çekilen ve Türkiye’nin uluslararası imajını uzun süre belirleyen Geceyarısı Ekspresi gibi filmler de aslında Türkiye’deki sistemin ciddi bir eleştirisini sunmaktan ziyade Batılı turistlere nasihat etme derdindeydi. Uluslararası sistemin Batı cephesinde kalması elzem addedilen Türkiye’nin demokrasi ve insan haklarındaki sınıfta kalan karnesi Soğuk Savaş dengelerinin de bir sonucuydu aslında. ABD için Türk siyasi ve askeri elitlerinin içerde yaptıklarından çok uluslararası alanda Batı kampında yer alıp almadıkları temel meseleyi teşkil ediyordu. 

1990’larda da büyük oranda Soğuk Savaş’ın mirasının devam ettiğini söylemek mümkün. Türkiye’nin hem terörle boğuştuğu hem de uluslararası sistemde yerini bulmaya çalıştığı bu dönemde ABD’nin tek süper güç olarak öne çıkmasıyla birlikte demokratik dalganın hâkim olduğu yeni bir uluslararası konjonktür yaratmıştı. Türkiye’de askeri vesayetin devamına ve 28 Şubat gibi ‘yumuşak darbe’ addedilen gelişmelere ses çıkarmayan ABD’nin Türkiye’de demokrasinin gelişmesine (Avrupa Birliği üyeliğine destek dışında) kayda değer bir çaba harcadığını söylemek zor. 2000’lerde AK Parti iktidarıyla Türkiye’nin bambaşka bir ivme kazandığı dönemde de gene ABD’nin global terörle mücadele ve Irak’ın işgali gibi konuları öncelediğini söyleyebiliriz. Türkiye’nin dış politikada artık tek bir kampın üyesi olmanın sürdürülebilir olmadığını fark etmesi ve değişen uluslararası düzene ayak uyduracak adımları atması içerde askeri vesayetin zayıflaması sonucunu da doğurdu. 

Askeri vesayetin zayıflatılmasını fırsat bilerek devlet içindeki yapılanmasını artıran FETÖ yeni bir meydan okuma olarak öne çıkacaktı. Dünyanın farklı yerlerindeki faaliyetleri Amerikan dış politikasının da işine gelen bu örgütün kapalı yapısını göz ardı etmeyi yeğleyen Washington yönetiminin gene stratejik önceliklerine odaklandığını söyleyebiliriz. Soğuk Savaş sırasında oluşan ve sonrasında da devam eden ABD’nin askeri vesayet aktörleriyle devam eden ilişkilerinin büyük oranda sona ermesinin hem Türkiye’nin demokratik gelişimi hem de ülkenin uluslararası sistemdeki yeri açısından önemli sonuçları oldu. ABD artık Batı kampında yer alan ve dar bir siyasi-askeri elitle ilişki üzerinden etkileyebildiği bir Türkiye değil kendi ulusal stratejisini belirleyen ve halkın dış politikadaki etkisi bakımından da daha demokratik bir Türkiye’yle muhatap olmak durumunda kaldı. Çok kutuplu dünyada ittifak oluşturmakta zorlanan ABD’nin Türkiye gibi ülkelerden her konuda kendi yanında olmasını talep etmesinin de artık mümkün olmadığı tespitini yapabiliriz. 

Mısır Darbesi

ABD’nin Arap Baharı döneminde Ortadoğu ülkelerinde yaşanan halk hareketleri karşısında takındığı tutum bir kez daha darbeler ve askeri yönetimler karşısında stratejik çıkarlarını öncelediğini göstermektedir. ABD’nin Soğuk Savaş ve sonrasında demokrasi ve insan hakları söz konusu olduğunda stratejik çıkarlarını önceleyen politikaları Arap Baharı sürecinde de devam etmiştir. Tunus’ta başlayarak kısa sürede Mısır’a sıçrayan otoriter rejimlere karşı halk ayaklanmalarının bölgesel düzeni tehdit edebileceği kısa sürede belli olmuştu. Bu düzenin ana unsurları arasında İsrail’in güvenliği yer aldığı için ABD’nin de bunu önceleyen Ortadoğu politikası icabı halk hareketlerine destek vermekte çekingen davrandığını gördük. İsrail’le Enver Sedat döneminde barış imzalamış olan Mısır’ın Mübarek yönetiminde İsrail’e tehdit teşkil etmemesi bilakis İsrail’in bölgesel güvenliğinin teminatı haline gelmesi ABD’nin tavrı açısından belirleyici öneme sahipti. Bu nedenle Mübarek’e görevi bırakma çağrısı yapmakta Türkiye’nin gerisinde kalan Obama yönetiminin sonunda halk hareketine destek veren bir söylem kullanması test edilmeye muhtaçtı. Zira İhvan’ın iktidara geldikten bir sene kadar sonra Sisi darbesine muhatap kaldığı zaman ABD’nin “darbeye darbe diyemeyerek” bu testi geçemediğini söyleyebiliriz. 

ABD Soğuk Savaş döneminde nasıl Sovyetlerle mücadele adına otoriter ve askeri rejimlere destek verdiyse, Arap Baharı döneminde de (Başkan Obama’nın halk hareketlerine destek verme eğilimine ve söylemine rağmen) halk hareketlerinin yanında güçlü bir biçimde yer almaktan imtina etmiştir. İsrail’in güvenliği dışında bölgede devrim karşıtı siyaseti temsil eden Suudi Arabistan gibi müttefiklerini de endişeye sevk etmek istemeyen ABD’nin Mısır ordusuna verdiği yıllık 1,5 milyar dolara yaklaşan askeri yardım da etkili olmuştur. Mısır ordusunun bölgesel politikasında oynadığı kilit rol ABD’nin Arap Baharı dönemindeki Mısır politikasında belirleyici bir unsur olmuştur. Başkan Obama’nın Mübarek’e yaptığı “geçiş süreci şimdi başlamalıdır” yönündeki çağrısı hem İsrail hem de Körfez müttefikleri tarafından “ihanet” olarak adlandırılmıştı. Bunca senedir Amerika’nın yatırım yaptığı ve desteklediği Mübarek’in halk hareketleri karşısında istifaya çağırılması mevcut düzenin savunucusu ülkeler tarafından ABD’nin güvenilemez bir aktör olduğuna ilişkin yargıyı kuvvetlendirdi. Obama bu tepkiler karşısında hızlı bir dönüş yapmaktansa bekle gör siyaseti gütmüş ve İhvan gibi aktörlerden İsrail’le barışın devamı yönünde taahhütler almaya çalışmıştı. Obama Sisi darbesini darbe olarak adlandıramayınca Mübarek’e yaptığı çağrının da liberal kamuoyunu tatmin etmeye dönük bir hamle olduğu ve ABD’nin stratejik önceliklerine rağmen demokrasiyi savunma siyasetine geçmediği görüldü. Bu bağlamda Amerika’nın eski reflekslerinin devam ettiği ve stratejik çıkarların gereği olarak mevcut düzenin devamı uğruna demokrasi ve insan haklarının feda edildiği bir kez daha görüldü.

15 Temmuz 

15 Temmuz 2016’da gerçekleşen FETÖ’nün başarısız darbe girişiminde de ABD’nin stratejik çıkarları, mevcut düzeni ve istikrarı demokratik değerlerin üstünde gören anlayışının tekerrür ettiğini gördük. Darbe girişiminin ilk saatlerinde hızlıca bir açıklama yaparak demokratik düzene vurgu yapması beklenen Washington’dan gelen karmaşık sinyaller Türk kamuoyunda derin bir kuşku uyandırdı. 2013’ten beri Türk-Amerikan ilişkilerinde git gide artan bir soğuma olduğu biliniyordu. Arap Baharı’nın başında Türkiye’yi model ülke olarak gösteren Obama’nın özellikle Suriye politikası yüzünden ayrışmaya başladığı NATO müttefikinin lideri Erdoğan’la ilişkisi de eskisi gibi değildi. Obama’nın geciken açıklamasında epeydir soğuyan ilişkilerin ve Erdoğan’a siyasi destek veriyor gözükmek istemeyişinin rolü olmuş olabilir. Bunu kesin bilmek mümkün değil ancak müttefik bir NATO üyesi ülkede gerçekleşen darbe girişimine karşı net bir tavır alınamaması demokratik değerler üzerine kurulu olduğunu iddia eden NATO’nun birliği açısından da sorunlu bir yaklaşım olmuştur. 

O dönemde Başkan Yardımcısı olan Joe Biden’ın bir toplantı çıkışında ve tam da bilgi sahibi olmadan yaptığı talihsiz açıklama da Türk-Amerikan ilişkilerine zarar vermiştir. Biden’ın istikrara yaptığı vurgu demokratik düzene karşı ayaklananların başarılı olması durumunda ABD’nin bundan rahatsız olmayacağı gibi bir anlam çıkmasına neden olmuştur. Beyaz Saray’ın daha sonra yaptığı net açıklamaların darbenin başarısız olacağının anlaşıldığı noktada gelmesi de Türkiye kamuoyu tarafından ikircikli bir tavır olarak algılanmıştır. Türkiye’de ve başka birçok ülkede stratejik çıkarları için askeri yönetimlerle çalışmaya devam eden ABD’nin 15 Temmuz’da da benzer bir tavır sergilediği yönündeki görüşler ağırlık kazanarak Türk-Amerikan ilişkilerinin daha da kötüye gitmesine katkıda bulunmuştur. Obama yönetiminin darbe sonrasında Ankara’ya gönderdiği Biden’ın geç geldiği için özür dilemesi de Washington’un demokratik düzenin yanında yer almak için çok da acele etmediğine işaret etmiştir. ABD’nin darbe girişiminde dahli olduğu kanısı Türkiye’de yaygın olduğu için Obama yönetiminin bu algıyı gidermeye dönük gösterdiği çabaların son derece cılız kalması da Türk-Amerikan ilişkilerindeki güven bunalımını derinleştirmiştir. 

Amerika’nın küresel bir oyuncu olmaya başladığı 2. Dünya Savaşı öncesinde de sonrasında da stratejik hedefleri ve kurduğu düzenin devamı için dış müdahale, askeri yönetimlerle çalışma ve darbeye destek gibi yöntemlere başvurduğu bilinmektedir. Dünyada demokrasi ve insan haklarının gelişmesi için çalıştığını iddia eden Amerikan dış politika yapıcılarının bu değerleri en iyi ihtimalle ikinci plana attıkları görülmektedir. Bu değerlendirmemiz Amerikan dış politikası yapımında demokrasinin önemsiz olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır zira Washington dünya çapında kurumsal demokrasi inşasına ciddi kaynaklar ayırmaktadır. Ancak ulusal güvenlik ve dış politika çıkarlarıyla çelişki teşkil ettiği noktada bu değerlerin ikinci plana atıldığı görülmektedir. Bu sebeple ABD’nin darbelerle imtihanında geçer not almadığını ve aksine darbe ve askeri yönetimlere destek gibi araçları ulusal çıkarlarını korumak için kullandığını belirtmemiz gerekir. 

Günümüzde Çin ve Rusya gibi güçlerin Batı demokratik değerlerine siyasi, ekonomik ve askeri meydan okumalar ortaya koymaları ABD’nin savunduğu liberal demokratik kapitalist sistemin cazibesine de darbe vurmaya başlamıştır. ABD’nin stratejik çıkarları uğruna otoriter sistemlerle çalışmaktan imtina etmeyerek gereğinde darbeci yönetimlerle de çalışabilmesi demokrasi ve insan hakları değerlerinin savunucusu iddiasını taşıyabilmesi açısından en büyük zaafı teşkil etmektedir. ABD’nin darbelerle imtihanında sınıfta kalması şimdilerde Biden yönetiminin dünyada demokrasiyi yeniden canlandırma iddiasının başarı ihtimalini azaltarak Çin ve Rusya’yla mücadelesinde sadece retorik üzerinden kendine müttefik bulmasını zora sokmaktadır. ABD önümüzdeki dönemde ortaya çıkmakta olan çok kutuplu dünyada liberal demokrasi ve insan haklarının derinleşmesini istiyorsa bunu öncelikle darbeler ve darbe yönetimleriyle imtihanını geçmeye çalışarak yapması gerecek. Aksi takdirde ABD’nin kendi inandırıcılığı zayıflayacağı gibi ekonomik kalkınmaya dayalı otoriter sistemlerin de diğer ülkelerin önüne ciddi bir alternatif olarak konulması mümkün olacaktır.

Başkanlık Seçimleri ve Amerika’nın Ortadoğu Politikasının Geleceği

Bu yazı 23 Nisan 2016 tarihinde Star Açık Görüş‘te Yayınlanmıştır.

Seçim dönemlerinde gerçekleşen dış politika tartışmalarının aynı zamanda iç siyasi dengeler ve çekişmelerin bir yansıması olduğunu unutmamak gerekir. Birçok siyasi sistemde benzer şekilde gerçekleşen bu iç-dış politika ilişkisinin 2016 Kasım Amerikan başkanlık seçimlerine giderken Amerika için de geçerli olduğunu belirtelim. Örneğin, dış politikada terör ve güvenliği vurgulayan Cumhuriyetçi aday adaylarının aslında aynı zamanda iç politikada önemli bir karşılığı olan göçmen karşıtlığından da bahsettiklerini söyleyebiliriz. Benzer şekilde, Demokrat aday adayları arasında Kuzey Amerika Ticaret Anlaşması’ndan (NAFTA) bahsedildiğinde aynı zamanda uluslararası ticaretin negatif etkilerine maruz kalan işçi ve sendikalara mesaj verdiklerini hatırlamak gerekir. Bu sebeple başkanlık yarışındaki dış politika tartışmalarının yüzeyselliğine ve hatta ırkçı, İslamofobik ve ayırımcı söylemlerine bakarak, önümüzdeki dönemde Amerikan dış politikasının nasıl olacağını tahmin etmeye çalışmak sorunlu bir yaklaşım olacaktır.

Her yeni başkan gibi, 2017 Ocak’ında göreve başlayacak olan başkanın da bir önceki dönemin mirasının verilerine rağmen kendi vizyonu çerçevesinde dış politika yapmak isteyecektir. Ancak kamuoyunun eğilimlerinin, kurumsal deneyimlerin ve travmaların, Amerika’nın reel çıkarlarının ve eski ve yeni krizlerin başkanın manevra alanını belirleyeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Bu sebeple başkanlık kampanyası döneminde aday adaylarının söylemlerine bakarak Amerikan dış politikasının seyrini öngörmek sağlıklı olmayacaktır. Yeni başkanın Ortadoğu’da nasıl bir dış politika izleneceğini anlamak için Obama’nın mirasının ana hatlarını ve Amerikan dış politikasını yönlendiren kurumların kurumsal hafızalarını birlikte değerlendirmek gerekir. Her ne kadar dış politikada başkanın geniş bir özgürlük alanı olsa da Amerikan seçmeninin eğilimlerinin belirleyici olduğunu hesaba katmak gerekir.  

Obama’nın mirası

Afganistan ve Irak savaşlarını eleştirerek ve savaş karşıtı bir kampanya sonrası iktidara gelen Başkan Obama geçtiğimiz sekiz yıl boyunca bütüncül bir Ortadoğu politikası oluştur(a)madı. Her iki işgalin getirdiği maddi ve manevi kayıpların  üzerine, Büyük Buhran’dan bu yana Amerikan tarihinin en derin ekonomik krizini kucağında bulan başkan hem İslam dünyasıyla ilişkileri düzeltme hem de işgalleri sona erdirme sözü vermişti. Bugün geldiğimiz noktada bu sözlerini yerine getirebildiğini söylemek zor. İsrail-Filistin barış görüşmelerinde başarısız olan başkan Obama, Arap Baharı’nda demokratik halk hareketlerini desteklemekle baskıcı rejimlerin düşmesinin yaratacağı kaostan kaçınmaya çalışan politikalar arasında gidip geldi. Ortadoğu’da yerel aktörlerin daha fazla inisiyatif alması gerektiğini savunan başkanın teşhis noktasında haklı olduğu söylenebilir. Ancak Amerika’nın özellikle Irak işgali sonrası üzerine düşen sorumluluğun hakkını vermediğini not etmek gerekir. Amerika’nın savaş yorgunu seçmeninin hissiyatı üzerine dış politika inşa eden başkan, aldığı inisiyatifler ve riskler noktasında oldukça minimalist bir yaklaşım sergiledi.

Obama’nın Arap Baharı’nın özellikle Tunus ve Mısır’da demokratik halk hareketi yüzünü gördüğünde sahiplenen ancak Suriye’de çatışmaya dönüştüğünde durumu ümitsiz bir iç savaş vakası olarak tanımlayan tavrı, birçok Amerikalı dış politika analisti tarafından pragmatizm olarak tanımlandı. Amerika’yı yeni bir maceraya sokmamakta kararlı olan başkan, kendi çizdiği kırmızı çizginin ihlal edilmesi sonrasında varılan Suriye’nin kimyasal silahlardan arındırılması anlaşmasını da başarı olarak gördü. Ancak DAEŞ’in uluslararası sınırları yok eden genişlemesi başkanın Suriye’den uzak durmasına izin vermedi. Başkanın Suriye politikası krizi çözecek kapsamlı bir plan geliştirmekten ziyade sadece terörle mücadeleye indirgeyen bir pragmatizm olarak tezahür etti. Arap Baharı geldiğimiz noktada Libya’dan Suriye’ye geniş bir coğrafyada terörün kendine geniş bir hareket alanı bulması sonucunu doğurdu. Obama bu sonucun siyasi nedenlerine ortadan kaldırmaya çalışma perspektifinden uzak dar bir terörle mücadele gündemine hapsetti kendini.

Terörle savaş gündeminden uzaklaşma sözüyle iktidara gelen başkanın en büyük yanlışını ‘Libya’da müdahale sonrasını hesap etmemek’ olarak görmesi, Libya’yı terörle mücadele bağlamında gördüğünün bir işareti aslında. Benzer biçimde retorik olarak İran’a ‘yumruğunu açma’ çağrısı yapan başkanın İran politikasının da büyük oranda toplu imha silahlarının yok edilmesi gündemine ilişkin olduğunu not etmek gerekiyor. Hem terörle mücadele hem de toplu imha silahlarının yayılmasını önlemenin iç politikada karşılığı olduğunu söylemek mümkün. Ancak Ortadoğu’da demokrasiyi desteklemeninin özellikle Irak işgali sonrası alıcısının kalmadığı bir gerçek. Bu bağlamda Obama bütünlüklü bir Ortadoğu politikası geliştirmeyi gündemine almayarak, bölgenin içerisinden geçmekte olduğu tarihi siyasi krizin sonuçlarına odaklanmayı tercih eden ‘pragmatik’ politikalarla adeta günü kurtarma yoluna gitmeyi tercih etti. Amerika’nın küresel misyonunu yeniden tanımlamaya çalıştığı ve bu noktada zorlandığı bir dönemde, başkan içeride Amerika’yı yeniden inşa etme ve dışarıda Amerika’nın yük ve risklerini azaltmaya odaklandı. Bu iki hedefte de ikna edici bir şekilde başarılı olduğunu söylemek zor. Ancak Obama’nın Amerikan halkının hissiyatını ve kurumlarının yaklaşımını yansıttığını hatırlamak gerekiyor.

Seçmenin beklentisi

Amerikan seçmeninin dış politikada terörle mücadelede etkinlik bekleyen ve aynı zamanda askeri müdahaleye karşı bir eğilimi taşıdığını vurgulamak gerekir. Kurumsal olarak da Amerikan ordusu Afganistan ve Irak işgallerinin getirdiği maddi ve manevi yükle birlikte ulus inşa etme gibi adeta imkansız bir misyon verilmesinin getirdiği travmayla hala hesaplaşıyor. Bir sonraki başkan kim olursa olsun, yeni bir işgal istemeyen, terörle mücadelede etkinlik adına belli özgürlüklerinden vazgeçmeyi çoktan kabul etmiş bir kamuoyuyla birlikte müdahaleye karşı şüpheci bir ordu ve güvenlik sektörüyle muhatap olacak. Halihazırda başkan aday adaylığı sürecinde söylem düzeyinde ne kadar şahin politikalar önerilirse önerilsin, yeni başkanın politikaları bu eğilimler tarafından belirlenmeye devam edecektir. Bu anlamda büyük oranda Obama politikalarının devamını beklemek yanlış olmayacaktır.

Savaş yorgunu bir kamuoyu

Cumhuriyetçi Parti aday adaylığı süreci bütün dünyanın ilgisini çekti zira Trump fenomeni hem Cumhuriyetçi Parti’nin kimlik krizinin derinliğini ortaya çıkardı hem de özellikle dış politikadaki ‘çılgın’ önerileri Trump’ı gündemin zirvesinde tuttu. İronik bir biçimde terörle mücadele gündemi aslında en çok Trump’a yaradı. Özellikle San Bernardino’daki saldırıları kampanyasında sürekli kullanan Trump, korku siyasetini yeni zirvelere taşıyarak Müslümanların ülkeye girişlerinin geçici olarak yasaklanması ve teröristelere ve ailelerine karşı işkencenin kullanılabileceği gibi şahin ötesi önerileriyle tartışmayı iyice uç bir noktaya çekmeyi başardı. Diğer aday adaylarının nispeten daha ‘makul’ ama gene de şahin olarak tanımlanabilecek önerileri Trump’ın tartışmayı getirdiği noktada etkisiz kaldı. 11 Eylül’den sonra Bush ve Obama dönemlerinde sürekli terörle mücadele gündemine muhatap olan kamuoyunun en azından bir kısmı artık Trump’ın önerdiği ‘radikal’ çözümlere prim verecek bir noktaya gelmişti. Bunun altında yatan savaş yorgunu ve izolasyoncu eğilime işaret etmek gerekiyor. Trump aynı zamanda Irak işgaline başından beri karşı olduğunu iddia ediyor ve işgalle özdeşleşen eski başkan Bush’u eleştirmekten geri durmuyordu. Bu eleştirileri Bush’un en popüler olduğu ve ordu mensuplarının oylarının önemli olduğu South Carolina gibi eyaletlerde bile ciddi bir oy kaybına sebep olmadı ve Jeb Bush’un kampanyasının da sonunu getirdi. Bunun en önemli sebebi Trump’ın şahin ötesi önerilerine rağmen dış müdahale karşıtı bir duruş benimsemesi ve halkın bu hissiyatını yansıtması oldu.

Demokratlarda da dış müdahale karşıtı ve görece izolasyon yanlısı Sanders’ın Clinton gibi güçlü bir adayla başa baş gitmeyi başarmasının altında benzer sebepler olduğunu iddia etmek abartı olmayacaktır. Ekonomik eşitsizlik ve sosyal adalet konularına odaklanan Sanders’ın dış politika tecrübesi yok denecek kadar az ancak Clinton’a getirdiği Irak işgaline kabul oyu verdiği eleştirisi etkili olmaya devam ediyor. Libya’da müdahale yanlısı olan Clinton Suriye’de de muhalefetin silahlandırılması yönünde görüş bildirmiş ancak başkan Obama’nın veto etmesiyle bu gerçekleşmemişti. Başkan olması en muhtemel aday olarak Clinton’ın özellikle Suriye’de Türkiye’ye yakın bir politika izleyeceğini veya en azından Türkiye’nin kaygılarını daha dikkate alacağını bekleyebiliriz. Ancak her ne kadar şahin olarak tanımlansa da, Clinton’ın savaş yorgunu ve müdahale karşıtı bir Amerikan kamuoyuyla muhatap olacağını unutmamak gerekir.

Yeni başkanın Ortadoğu politikasında terörle mücadele odaklı ve günü kurtaran politikaların ötesine geçebilmesi oldukça zor görünüyor. Başkanın Ortadoğu’da halihazırda iç savaş ve terörün ağır bastığı çatışma sürecinin altında yatan siyasi sorunları çözme perspektifine sahip kapsamlı bir bölgesel politika geliştirmesi gerekiyor. Böyle bir perspektif halihazırdaki güvenlik odaklı terörle mücadele çabalarına yeni bir anlayış getirmek ve özellikle siyasi çözümler üretmek zorunda. Yeni Amerikan yönetiminin böyle bir politika geliştirmeye niyetli ve enerjisi olsa bile, savaş yılgını ve dış politika inisiyatiflerine enerji harcamak istemeyen bir kamuoyuyla muhatap olacak. Dış politika adımlarının iç politikadaki yansımalarını hesap etmek zorunda olan yeni başkanın Obama’dan çok farklı bir Ortadoğu politikası izlemesi kolay olmayacak zira Amerikan halkı Ortadoğu’da siyasi sorunların adeta çözülmesi imkansız sorunlar olduğuna ikna olmuş durumda. Yeni başkanın kamuoyunu yeni bir dış politika aktivizmine ikna etmesi çok zor. Bölgede yerel siyasi aktörler arasında yeni başkanın Obama’dan farklı olacağını ve daha aktif bir Amerikan politikasının Ortadoğu’da istikrar getirmeye yardımcı olacağını düşünenlerin umduklarını bulamamaları kuvvetle muhtemel. Bu durumda Ortadoğu’da yerel aktörlerin dışarıdan empoze edilen büyük stratejilerden medet ummamayı ve deyim yerindeyse kendi göbeklerini kendileri kesmeyi öğrenmesi gerekecek.

Türk-Amerikan ilişkilerinde PYD ve Suriye

Türkiye Kobani kuşatması sırasında da sonrasında da PYD’ye belli şartlar öne sürmüş ve kantonlar üzerinden fiili bir bölünme durumu yaratmamasını salık vermişti. Türkiye’yle çalışmaktansa ABD’nin IŞİD’e odaklanmasını fırsat bilen PYD de kendine açılan alanı değerlendirerek uluslararası meşruiyet kazanma yoluna gitti. Bunlar Türk-Amerikan ilişkilerinin kısa vadede toparlanıp güçlenmesi ihtimalini zayıflatıyor.

2014 Eylül’ünde Kobani DAEŞ tarafından kuşatma altına alındığında Obama yönetimi terör listesinde olan PKK’yla PYD arasında legal bir ayırım yaparak PYD’ye destek vermişti. O dönemde Amerikan dış politika analistleri ve medyasından Türkiye’nin DAEŞ karşıtı koalisyona yeterince destek vermediği yönünde eleştiriler gelmişti. Bu eleştirilerin bir kısmı da ismi açıklanmayan Obama yönetimi yetkilileri tarafından basın aracılığıyla ifade edilmişti. Kobani’nin DAEŞ’e düşmemesi için Barzani güçlerinin Kobani’ye geçmesini sağlayan Türkiye’nin verdiği bu katkıya rağmen Türkiye aleyhinde Kürtlere karşı DAEŞ’e destek verdiği yönünde haberler devam etti. PYD’ye Suriye’nin bütünlüğünü bozmaması, etnik temelli bir politika gütmemesi ve Esad yönetimine karşı tavır almasını şart koşan Türkiye’nin Suriye Kürtlerinin kendilerini ve topraklarını korumalarına karşı olduğu şeklinde bir imaj oluştu. Amerikan hükümeti ise DAEŞ’le etkin mücadele ettiğini düşündüğü PYD’ye destek vererek Türkiye’nin kaygılarını görmezden geldi. Türkiye’yle Amerika arasında Suriye’deki öncelikler konusunda bir görüş birliği sağlanamayınca, Amerika’nın DAEŞ politikası Türkiye’nin tepkisini çekecek derecede PYD’ye destek üzerine kurgulandı. Continue reading Türk-Amerikan ilişkilerinde PYD ve Suriye

İSRAİL’İN ÖZRÜ VE AMERİKA’NIN SURİYE POLİTİKASI

Bu analiz 13 Nisan 2013 tarihinde Star Gazetesi Açık Görüş’te yayınlanmıştır.

ABD’nin Türkiye-İsrail’in ilişkilerinin normalleşmesi konusundaki çabalarını ABD’nin Suriye politikasında ciddi bir değişikliğe gideceğine yormak isabetli olmayacaktır. ABD yönetimi için Suriye’de rejimin devrilerek yeni bir düzen kurulmasından ziyade krizin yönetilmesi ve bölgesel etkilerinin sınırlandırılması öncelik arz ediyor.

İsrail’in Başkan Obama’nın nezaretinde Türkiye’den özür dilemesi hem zamanlaması hem de rasyonalitesi açısından birçok tartışmaya neden oldu. Netanyahu’nun özür sonrasında Suriye meselesini gerekçe göstermesi İsrail kamuoyunun tepkisini kontrol etme girişimi olarak okunmalı ancak bu konu tek başına İsrail’in Türkiye’yle ilişkileri düzeltmek istemesi için yeterli bir neden olmaktan çok uzak. Türkiye’nin özür konusundaki kararlı tavrı, İsrail’in Arap devrimleri sürecinde ortaya çıkan bölgesel istikrarsızlıkla birlikte giderek yalnızlaşmasına katkı sağladı. Barış Süreci’nden İran’ın nükleer programına kadar birçok meselede uzlaşmaz tavrıyla Obama’yı Ortadoğu’da zor durumda bırakan Netanyahu’nun bu özrü, İsrail’in bölgede giderek yalnızlaşmasına bir çare olarak gördüğü kesin. Normalleşme sonrası özellikle Suriye ve diğer bölgesel meselelerde Türkiye’yle diyalog kurma imkanı bulacağını hesaplayan İsrail, Türkiye’yle ilişkilerin 1990’lardaki seviyeye çıkmasının mümkün olmadığının da farkında. İsrail’in bölgede sert, uzlaşmaz ve sadece güvenlik odaklı politikaları devam ettikçe Türkiye’yle ilişkileri de sınırlı kalacaktır. Continue reading İSRAİL’İN ÖZRÜ VE AMERİKA’NIN SURİYE POLİTİKASI

Türkiye’nin Libya Sınavı

Bu yazı 15 Nisan 2011 tarihinde Sabah | Perspektif‘te yayınlanmıştır.

Libya krizi Türk dış politikası için 2003’teki Irak işgalinden bu yana verilen en önemli diplomasi sınavlarından birini teşkil ediyor. Libya’daki vatandaşlarını ve çıkarlarını korumaya çalışan ama aynı zamanda da krize diplomatik bir çözüm bulmak için çaba gösteren Türkiye, ‘sivilleri koruma’ mazeretli askeri müdahaleye karşı koyduğu için Batılı bazı çevrelerce Kaddafi karşıtı güçlere destek vermemekle suçlandı. Mısır örneğinde Mübarek’e iktidarı bırakma çağrısı yapan ilk ülke olan Türkiye, Libya krizinde ülkenin siyasi ve ekonomik iç dengelerini hesaba katarak ‘sessiz diplomasi’ yolunu seçince çözüm adına yapmaya çalıştıklarını özellikle yabancı kamuoyuna yeterince iyi anlatamadı. Bunun neticesinde Türkiye şu an hâlâ Libya halkının demokratik taleplerini önemsemeyen, yalnızca kendi çıkarlarını düşünen ve tutarsız dış politika izleyen bir ülke olarak sunulmaya çalışılıyor.

Continue reading Türkiye’nin Libya Sınavı

İSTANBUL’DAKİ NÜKLEER MÜZAKERELERİN ANLAMI

Bu yazı 22 Ocak 2011 tarihinde Sabah | Perspektif‘te yayınlanmıştır.

ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin ve Almanya’dan oluşan P5+1 ile İran arasında devam eden nükleer müzakerelerin son görüşmesi dün ve bugün İstanbul’da yapılıyor. Görüşmeler İran’ın nükleer programının meşruiyetinin ötesinde küresel düzenin nasıl şekilleneceği ile de ilgili. Irak’ın işgali sürecinde uluslararası kural ve kurumları yok sayan bir diplomasi anlayışını benimseyen ABD, şimdilerde küresel düzenin kurallarının yeniden belirlenmesi sürecinde etkin olmaya çalışıyor. Yeni düzende oyunu kuralına göre oynamaya yanaşmayan İran gibi ülkelerin “hizaya getirilmesi” Amerika’nın etkinliği ve prestiji açısından önemli. İstanbul görüşmelerinden somut bir anlaşma çıkması ihtimali düşük görünüyor. Continue reading İSTANBUL’DAKİ NÜKLEER MÜZAKERELERİN ANLAMI