ABD’nin Darbelerle İmtihanı - Kadir Ustun

ABD’nin Darbelerle İmtihanı

Bu yazıda ABD’nin dış politika tarihinde darbeler ve dış müdahalelerin rolü değerlendirilmektedir. Amerika’nın küresel bir oyuncu olmaya başladığı 2. Dünya Savaşı öncesinde de sonrasında da stratejik hedefleri ve kurduğu düzenin devamı için dış müdahale, askeri yönetimlerle çalışma ve darbeye destek gibi yöntemlere başvurduğu bilinmektedir. Dünyada demokrasi ve insan haklarının gelişmesi için çalıştığını iddia eden Amerikan dış politika yapıcılarının bu değerleri en iyi ihtimalle ikinci plana attıkları görülmektedir. Bu değerlendirmemiz Amerikan dış politikası yapımında demokrasinin önemsiz olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır zira Washington dünya çapında kurumsal demokrasi inşasına ciddi kaynaklar ayırmaktadır. Ancak ulusal güvenlik ve dış politika çıkarlarıyla çelişki teşkil ettiği noktada bu değerlerin ikinci plana atıldığı görülmektedir. Bu sebeple ABD’nin darbelerle imtihanında geçer not almadığını ve aksine darbe ve askeri yönetimlere destek gibi araçları ulusal çıkarlarını korumak için kullandığını belirtmemiz gerekir. 

ABD’nin başka ülkelerdeki siyasi süreçlere etkisi ve doğrudan müdahalesinin tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Ülkenin uluslararası sistemin belirleyici gücü olarak ortaya çıktığı 2. Dünya Savaşı öncesinde hem kuruluş hem de genişleme aşamasındaki diğer devletlere müdahaleleri bilinmektedir. ABD kıta Amerikası’ndaki bütünlüğünü de uzun bir zaman zarfında savaş, işgal, darbe ve iç savaş süreçleri sonrasında sağlayabilmiştir. Bazı eyaletlerini de kendine katarken dış müdahale ve savaş gibi yöntemlere başvuran ABD örneğin Meksika’yla savaşı sonrasında California eyaletini kendine dahil etmiştir. Birliğini sağladıktan sonra da Latin Amerika’daki birçok devletin ya iç işlerine karışarak ya da doğrudan darbe girişimlerini destekleyerek Amerika kıtasının siyasetinde en belirleyici güç olarak öne çıkmıştır. 

ABD’nin her ne kadar yayılmacı bir siyaset izlediğini söyleyenler olsa da ülkenin Atlantik’ten Pasifik’e bütünlüğünü sağladıktan sonra daha fazla büyümek istediğini söylemek pek de mümkün değildir. Kurucu babalarının iki okyanus ve iki nispeten zayıf komşu arasında ‘Avrupa’nın siyasetinden uzak kalma’ politikasını benimsemelerinin Amerika’nın büyük stratejisinin izolasyonist bir çizgide gelişmesine neden olduğunu hatırlamak gerekir. ‘Eski Dünya’ olarak tanımladıkları Avrupa’nın ulus devletlerinin düştüğü tuzaklara düşmek istemeyen kurucu babalar ülkeyi kurumsal olarak da Avrupa siyasetinden ve kurumlarından farklı kılmak üzere çaba göstermişlerdir. Bu yüzdendir ki her iki dünya savaşında da Amerikan halkı savaşa girmekte son derece isteksiz olmuştur. 

ABD’nin 1. Dünya Savaşı’nın dışında kalması ve ekonomisinin çatışmadan uzak biçimde büyümesi 2. Dünya Savaşı’na gelindiğinde ülkenin dünya siyasetine yön verebilecek potansiyele ulaşmasını da sağlamıştır. Buna rağmen ABD’nin 2. Dünya Savaşı’na girmesi kolay olmamıştır. İngiliz Başbakanı Churchill’in ABD’yi Hitler’e karşı yanına çekerek savaşa sokmaya çalışan yoğun çabalarına rağmen Washington uzun süre tarafsız kalmayı yeğleyerek büyük oranda Hitler’in kontrol ettiği bir Avrupa’yla nasıl ekonomik ve siyasi ilişki kuracağını tartışmıştır. ABD’nin savaşa girmesinde en etkin olan unsur Japonların Pearl Harbor saldırısıyla savaşa daha girmeden Amerikan donanmasını yok etme girişimi olmuştur. 

ABD Başkanı Roosevelt’in o ana kadar İngiltere gibi müttefiklerine silah üretimiyle dolaylı destek verme politikası Amerikan askeri kapasitesini en üst düzeye taşıdığı için ABD’nin o noktada savaşa girmek için son derece hazırlıklı olduğunu söylemek mümkün. O ana kadar müttefiklerine her türlü yardımı sağlayan ancak savaşa girmeyen ABD’nin Başkanı Roosevelt ile Amerika’nın uzun süredir Almanya’ya karşı savaşa girmesini sağlamaya çalışan Churchill arasındaki gizli görüşmelerde Atlantik Anlaşması 2. Dünya Savaşı sonrasında nasıl bir düzen kurulacağının ana hatlarını belirleyen belge olmuştur. ABD’nin savaş sonrasına kadar küresel düzen ve küresel liderlik iddiaları bir yana, Pearl Harbor’a kadar savaş dışında kalmayı tercih ettiğini anlatmamızın nedeni Amerika’nın başından beri yayılmacı bir siyaset güttüğü tezinin çok da doğru olmadığını anlatmak içindir. 

Soğuk Savaş

Bu bağlamda ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrasında kurduğu düzenin devamı için ülkelerin iç işlerine müdahale etmesi ve özellikle komünizmin yayılmasını engellemek bahanesiyle darbelere destek vermesi nispeten yeni bir olgu olarak karşımıza çıkar. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’yle girdiği ideolojik ve aynı zamanda jeopolitik mücadelede ABD diğer ülkelerin kapitalist safta kalmasını öncelemiştir. Diğer bir deyişle ABD için demokrasilerin gelişmesinden çok demokratik kampın komünist kampa karşı galip gelmesi öncelikli bir hal almıştır. Batı ittifakının askeri, ekonomik ve siyasi kurumlarının güçlü işlerliği ve ülkelerin Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin safında yer alması bu ülkelerdeki demokratik gelişimin önünde olmuştur Washington için. Her ne kadar komünizme karşı liberal demokratik kapitalist kampın varoluşsal mücadelesi söylemi yaygınlaşsa da demokratik kurum ve değerler ikinci planda kalmıştır.

Bu perspektiften bakıldığında Batı ittifakının liderliğini yapan ABD’nin dünyanın farklı yerlerindeki ülkelerin Sovyetler tarafına geçmesindense darbeci veya otoriter liderler tarafından yönetilmesi tercih edilmiştir. Marshall planıyla Avrupa’nın ekonomik altyapısını yeniden inşa ve komünist bloka kaymasını engellemek için önemli miktarda mali kaynak ayıran ABD, Latin Amerika, Ortadoğu ve Asya’da Sovyetlerin komünizmi yayma çabalarına karşı kendine yakın gördüğü rejimleri desteklemiştir. Mısır’da İngiltere’nin Süveyş’i kontrole devam etmesine karşı oluşan milliyetçi hissiyatı kullanarak monarşinin sonunu getirecek Hür Subaylar Hareketi’ni destekleyen ABD’nin 1952 darbesindeki rolü örnek verilebilir. ABD’nin Mısır’ın Sovyet bloğuna devşirilmesini engelleme isteği bu ülkedeki rejim değişikliği çabalarına destek vermesini sağlamıştır. Mısır’da monarşiye karşı milliyetçi subayları destekleyen ABD’nin İran’da Başbakan Musaddık’a karşı darbeyi İngiltere’yle birlikte organize etmesi İran’ın anayasal monarşiden otoriter monarşiye kaymasına neden olmuştur. 

Bu iki örnekte de ABD’nin komünizmle mücadele adına gerektiğinde milliyetçileri gerektiğinde monarşistleri desteklediği ve dolayısıyla bu ülkelerdeki demokratik süreçlerin akamate uğramasını önemsemediği görülmektedir. Benzer dış müdahaleleri Guatemala, Brezilya, Endonezya, Vietnam, Küba ve Afganistan gibi birçok ülkede tekrarlayan Amerikan yönetimlerinin Sovyetlerle mücadele adına askeri müdahale, darbe girişimleri ve gizli operasyonlar gerçekleştirmesi Soğuk Savaş’ın en standart yöntemlerinden biri haline gelmiştir. Türkiye’de de 1960, 1971 ve 1980 darbelerinde Sovyet tehdidini önceleyen ve ülkenin Batı kampında kalması uğruna askeri yönetimlerle çalışmaktan imtina etmeyen Washington’un Soğuk Savaş dönemindeki darbecilere destek karnesinin epeyce kabarık olduğunu söylemek mümkün. Dünyanın birçok bölgesinde komünizmle varoluşsal bir mücadele veren Amerikan yönetimlerinin stratejik amaçlarla ülkelerin demokratik liderlerine darbe yapılmasına göz yumması, desteklemesi ve zaman zaman da doğrudan organize etmesi olağan hale gelmiştir. 

Amerikan dış politikasının önemli araçlarından biri haline gelen ülkenin askeri liderlerine ve komünizm karşıtı siyasetçilerine yatırım yaparak Sovyetlere karşı mücadele vermesinin bu ülkelerde demokrasinin gelişmesine bilakis ket vurduğu söylenebilir. Bu dönemde Rusya’nın stratejik olarak alanının daraltılması ve komünizmin yayılmasını önlemek amacıyla desteklediği siyasi ve askeri elitlerin ülke içinde otoriter yönetimler geliştirmesi ABD’yi çok da rahatsız etmedi. Birçok ülkede ABD ve Rusya yanlısı siyasi kamplaşmalar oluştu ve birçok ülkede iç çatışmanın tohumları ekilmiş oldu. Bu ülkelerdeki siyasi çatışmalar ülkeleri istikrarsızlaştırarak dış yardıma bağımlı hale getirdiği oranda da ABD ve Rusya bu durumu değerlendirme yoluna gittiler. Ülkelere ekonomik ve askeri destek vererek kendi yanlarına çekmeye çalışan bu iki büyük güçten biri olan ABD’nin kapitalist sitemin devamı adına yatırım yaptığı siyasi ve askeri elitlerin demokratik normları ve insan haklarını hiçe sayan politikaları da sorun olmadı. Zira ABD için bu ülkelerin uluslararası sistemde kapitalist kampta yer almaları birinci öncelikti. 

Türkiye

Bu bağlamda Soğuk Savaş döneminde ülkelerin demokratik gelişimi ve insan hakları sicili sadece Batı’dan uzaklaşmaya başladıklarında sorun olmuştu. Türkiye ve Yunanistan örneklerinde görüldüğü gibi ülke kapitalist kampta yer aldığı sürece askeri elitlerin sisteme vesayet etmesi sorun teşkil etmiyordu. ABD’nin Türkiye’deki askeri vesayet sistemi ve periyodik olarak gerçekleşen darbelere karşı tavır almaması ve aksine zaman zaman siyasi olarak da desteklemesi ülkenin Batı kampında kalmasının öncelenmesinden kaynaklanıyordu. Gerek askeri vesayetin gerek darbelerin yarattığı siyasi istikrarsızlık, demokratik gerileme, insan hakları ihlalleri, ekonomik zayıflık ve insan gücü maliyetleri gibi sonuçlar da uluslararası sistem tarafından göz ardı ediliyordu. 1980 darbesi sonrasında çekilen ve Türkiye’nin uluslararası imajını uzun süre belirleyen Geceyarısı Ekspresi gibi filmler de aslında Türkiye’deki sistemin ciddi bir eleştirisini sunmaktan ziyade Batılı turistlere nasihat etme derdindeydi. Uluslararası sistemin Batı cephesinde kalması elzem addedilen Türkiye’nin demokrasi ve insan haklarındaki sınıfta kalan karnesi Soğuk Savaş dengelerinin de bir sonucuydu aslında. ABD için Türk siyasi ve askeri elitlerinin içerde yaptıklarından çok uluslararası alanda Batı kampında yer alıp almadıkları temel meseleyi teşkil ediyordu. 

1990’larda da büyük oranda Soğuk Savaş’ın mirasının devam ettiğini söylemek mümkün. Türkiye’nin hem terörle boğuştuğu hem de uluslararası sistemde yerini bulmaya çalıştığı bu dönemde ABD’nin tek süper güç olarak öne çıkmasıyla birlikte demokratik dalganın hâkim olduğu yeni bir uluslararası konjonktür yaratmıştı. Türkiye’de askeri vesayetin devamına ve 28 Şubat gibi ‘yumuşak darbe’ addedilen gelişmelere ses çıkarmayan ABD’nin Türkiye’de demokrasinin gelişmesine (Avrupa Birliği üyeliğine destek dışında) kayda değer bir çaba harcadığını söylemek zor. 2000’lerde AK Parti iktidarıyla Türkiye’nin bambaşka bir ivme kazandığı dönemde de gene ABD’nin global terörle mücadele ve Irak’ın işgali gibi konuları öncelediğini söyleyebiliriz. Türkiye’nin dış politikada artık tek bir kampın üyesi olmanın sürdürülebilir olmadığını fark etmesi ve değişen uluslararası düzene ayak uyduracak adımları atması içerde askeri vesayetin zayıflaması sonucunu da doğurdu. 

Askeri vesayetin zayıflatılmasını fırsat bilerek devlet içindeki yapılanmasını artıran FETÖ yeni bir meydan okuma olarak öne çıkacaktı. Dünyanın farklı yerlerindeki faaliyetleri Amerikan dış politikasının da işine gelen bu örgütün kapalı yapısını göz ardı etmeyi yeğleyen Washington yönetiminin gene stratejik önceliklerine odaklandığını söyleyebiliriz. Soğuk Savaş sırasında oluşan ve sonrasında da devam eden ABD’nin askeri vesayet aktörleriyle devam eden ilişkilerinin büyük oranda sona ermesinin hem Türkiye’nin demokratik gelişimi hem de ülkenin uluslararası sistemdeki yeri açısından önemli sonuçları oldu. ABD artık Batı kampında yer alan ve dar bir siyasi-askeri elitle ilişki üzerinden etkileyebildiği bir Türkiye değil kendi ulusal stratejisini belirleyen ve halkın dış politikadaki etkisi bakımından da daha demokratik bir Türkiye’yle muhatap olmak durumunda kaldı. Çok kutuplu dünyada ittifak oluşturmakta zorlanan ABD’nin Türkiye gibi ülkelerden her konuda kendi yanında olmasını talep etmesinin de artık mümkün olmadığı tespitini yapabiliriz. 

Mısır Darbesi

ABD’nin Arap Baharı döneminde Ortadoğu ülkelerinde yaşanan halk hareketleri karşısında takındığı tutum bir kez daha darbeler ve askeri yönetimler karşısında stratejik çıkarlarını öncelediğini göstermektedir. ABD’nin Soğuk Savaş ve sonrasında demokrasi ve insan hakları söz konusu olduğunda stratejik çıkarlarını önceleyen politikaları Arap Baharı sürecinde de devam etmiştir. Tunus’ta başlayarak kısa sürede Mısır’a sıçrayan otoriter rejimlere karşı halk ayaklanmalarının bölgesel düzeni tehdit edebileceği kısa sürede belli olmuştu. Bu düzenin ana unsurları arasında İsrail’in güvenliği yer aldığı için ABD’nin de bunu önceleyen Ortadoğu politikası icabı halk hareketlerine destek vermekte çekingen davrandığını gördük. İsrail’le Enver Sedat döneminde barış imzalamış olan Mısır’ın Mübarek yönetiminde İsrail’e tehdit teşkil etmemesi bilakis İsrail’in bölgesel güvenliğinin teminatı haline gelmesi ABD’nin tavrı açısından belirleyici öneme sahipti. Bu nedenle Mübarek’e görevi bırakma çağrısı yapmakta Türkiye’nin gerisinde kalan Obama yönetiminin sonunda halk hareketine destek veren bir söylem kullanması test edilmeye muhtaçtı. Zira İhvan’ın iktidara geldikten bir sene kadar sonra Sisi darbesine muhatap kaldığı zaman ABD’nin “darbeye darbe diyemeyerek” bu testi geçemediğini söyleyebiliriz. 

ABD Soğuk Savaş döneminde nasıl Sovyetlerle mücadele adına otoriter ve askeri rejimlere destek verdiyse, Arap Baharı döneminde de (Başkan Obama’nın halk hareketlerine destek verme eğilimine ve söylemine rağmen) halk hareketlerinin yanında güçlü bir biçimde yer almaktan imtina etmiştir. İsrail’in güvenliği dışında bölgede devrim karşıtı siyaseti temsil eden Suudi Arabistan gibi müttefiklerini de endişeye sevk etmek istemeyen ABD’nin Mısır ordusuna verdiği yıllık 1,5 milyar dolara yaklaşan askeri yardım da etkili olmuştur. Mısır ordusunun bölgesel politikasında oynadığı kilit rol ABD’nin Arap Baharı dönemindeki Mısır politikasında belirleyici bir unsur olmuştur. Başkan Obama’nın Mübarek’e yaptığı “geçiş süreci şimdi başlamalıdır” yönündeki çağrısı hem İsrail hem de Körfez müttefikleri tarafından “ihanet” olarak adlandırılmıştı. Bunca senedir Amerika’nın yatırım yaptığı ve desteklediği Mübarek’in halk hareketleri karşısında istifaya çağırılması mevcut düzenin savunucusu ülkeler tarafından ABD’nin güvenilemez bir aktör olduğuna ilişkin yargıyı kuvvetlendirdi. Obama bu tepkiler karşısında hızlı bir dönüş yapmaktansa bekle gör siyaseti gütmüş ve İhvan gibi aktörlerden İsrail’le barışın devamı yönünde taahhütler almaya çalışmıştı. Obama Sisi darbesini darbe olarak adlandıramayınca Mübarek’e yaptığı çağrının da liberal kamuoyunu tatmin etmeye dönük bir hamle olduğu ve ABD’nin stratejik önceliklerine rağmen demokrasiyi savunma siyasetine geçmediği görüldü. Bu bağlamda Amerika’nın eski reflekslerinin devam ettiği ve stratejik çıkarların gereği olarak mevcut düzenin devamı uğruna demokrasi ve insan haklarının feda edildiği bir kez daha görüldü.

15 Temmuz 

15 Temmuz 2016’da gerçekleşen FETÖ’nün başarısız darbe girişiminde de ABD’nin stratejik çıkarları, mevcut düzeni ve istikrarı demokratik değerlerin üstünde gören anlayışının tekerrür ettiğini gördük. Darbe girişiminin ilk saatlerinde hızlıca bir açıklama yaparak demokratik düzene vurgu yapması beklenen Washington’dan gelen karmaşık sinyaller Türk kamuoyunda derin bir kuşku uyandırdı. 2013’ten beri Türk-Amerikan ilişkilerinde git gide artan bir soğuma olduğu biliniyordu. Arap Baharı’nın başında Türkiye’yi model ülke olarak gösteren Obama’nın özellikle Suriye politikası yüzünden ayrışmaya başladığı NATO müttefikinin lideri Erdoğan’la ilişkisi de eskisi gibi değildi. Obama’nın geciken açıklamasında epeydir soğuyan ilişkilerin ve Erdoğan’a siyasi destek veriyor gözükmek istemeyişinin rolü olmuş olabilir. Bunu kesin bilmek mümkün değil ancak müttefik bir NATO üyesi ülkede gerçekleşen darbe girişimine karşı net bir tavır alınamaması demokratik değerler üzerine kurulu olduğunu iddia eden NATO’nun birliği açısından da sorunlu bir yaklaşım olmuştur. 

O dönemde Başkan Yardımcısı olan Joe Biden’ın bir toplantı çıkışında ve tam da bilgi sahibi olmadan yaptığı talihsiz açıklama da Türk-Amerikan ilişkilerine zarar vermiştir. Biden’ın istikrara yaptığı vurgu demokratik düzene karşı ayaklananların başarılı olması durumunda ABD’nin bundan rahatsız olmayacağı gibi bir anlam çıkmasına neden olmuştur. Beyaz Saray’ın daha sonra yaptığı net açıklamaların darbenin başarısız olacağının anlaşıldığı noktada gelmesi de Türkiye kamuoyu tarafından ikircikli bir tavır olarak algılanmıştır. Türkiye’de ve başka birçok ülkede stratejik çıkarları için askeri yönetimlerle çalışmaya devam eden ABD’nin 15 Temmuz’da da benzer bir tavır sergilediği yönündeki görüşler ağırlık kazanarak Türk-Amerikan ilişkilerinin daha da kötüye gitmesine katkıda bulunmuştur. Obama yönetiminin darbe sonrasında Ankara’ya gönderdiği Biden’ın geç geldiği için özür dilemesi de Washington’un demokratik düzenin yanında yer almak için çok da acele etmediğine işaret etmiştir. ABD’nin darbe girişiminde dahli olduğu kanısı Türkiye’de yaygın olduğu için Obama yönetiminin bu algıyı gidermeye dönük gösterdiği çabaların son derece cılız kalması da Türk-Amerikan ilişkilerindeki güven bunalımını derinleştirmiştir. 

Amerika’nın küresel bir oyuncu olmaya başladığı 2. Dünya Savaşı öncesinde de sonrasında da stratejik hedefleri ve kurduğu düzenin devamı için dış müdahale, askeri yönetimlerle çalışma ve darbeye destek gibi yöntemlere başvurduğu bilinmektedir. Dünyada demokrasi ve insan haklarının gelişmesi için çalıştığını iddia eden Amerikan dış politika yapıcılarının bu değerleri en iyi ihtimalle ikinci plana attıkları görülmektedir. Bu değerlendirmemiz Amerikan dış politikası yapımında demokrasinin önemsiz olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır zira Washington dünya çapında kurumsal demokrasi inşasına ciddi kaynaklar ayırmaktadır. Ancak ulusal güvenlik ve dış politika çıkarlarıyla çelişki teşkil ettiği noktada bu değerlerin ikinci plana atıldığı görülmektedir. Bu sebeple ABD’nin darbelerle imtihanında geçer not almadığını ve aksine darbe ve askeri yönetimlere destek gibi araçları ulusal çıkarlarını korumak için kullandığını belirtmemiz gerekir. 

Günümüzde Çin ve Rusya gibi güçlerin Batı demokratik değerlerine siyasi, ekonomik ve askeri meydan okumalar ortaya koymaları ABD’nin savunduğu liberal demokratik kapitalist sistemin cazibesine de darbe vurmaya başlamıştır. ABD’nin stratejik çıkarları uğruna otoriter sistemlerle çalışmaktan imtina etmeyerek gereğinde darbeci yönetimlerle de çalışabilmesi demokrasi ve insan hakları değerlerinin savunucusu iddiasını taşıyabilmesi açısından en büyük zaafı teşkil etmektedir. ABD’nin darbelerle imtihanında sınıfta kalması şimdilerde Biden yönetiminin dünyada demokrasiyi yeniden canlandırma iddiasının başarı ihtimalini azaltarak Çin ve Rusya’yla mücadelesinde sadece retorik üzerinden kendine müttefik bulmasını zora sokmaktadır. ABD önümüzdeki dönemde ortaya çıkmakta olan çok kutuplu dünyada liberal demokrasi ve insan haklarının derinleşmesini istiyorsa bunu öncelikle darbeler ve darbe yönetimleriyle imtihanını geçmeye çalışarak yapması gerecek. Aksi takdirde ABD’nin kendi inandırıcılığı zayıflayacağı gibi ekonomik kalkınmaya dayalı otoriter sistemlerin de diğer ülkelerin önüne ciddi bir alternatif olarak konulması mümkün olacaktır.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s