Tag Archives: Trump

Beyaz Amerika’nın hiddeti, ırkçılığın yükselişi ve Trump

Bu yazı ilk olarak 19 Ağustos 2017 tarihinde Star Açık Görüş’te yayınlanmıştır.

Charlottesville’de geçtiğimiz hafta sonu yaşananlar Amerika’da ırk meselesinin ciddi bir ana fay hattı olarak kalmaya devam ettiğini ve daha da derinleştiğini gösteriyor. Trump’ın başkan seçilmesi sonrasında gerek göçmenler gerekse Müslümanlar üzerinden verilen kültür savaşları ve kimlik siyasetinin Amerikan iç siyasetinde daha belirleyici hale geldiği ve ırkçılığı körüklediği açık. Ancak Charlottesville’i sadece aşırı ırkçı grupların şiddeti çerçevesinde tartışmak yüzeysel olacaktır. Başkan Trump’ın harekete geçirdiği Beyaz Amerika’nın hiddetinin ırkçı gruplardan bağımsız olarak pozitif bir ekonomik gündemle dönüştürerek sisteme entegre etmesi şu an için zor görünüyor. Şu ana kadar kendi tabanını memnun etmeye yönelik ve sert bir dil kullanan Trump’ın daha geniş kitlelerin desteğini alarak başarılı olması oldukça zor. Ayırımcı ve ırkçı tonları da olan ancak daha çok ekonomik eşitsizlik ve beyaz işçi sınıfının siyasi sisteme tepkisi üzerine oturan Beyaz Amerika’nın hiddetinin toplumsal şiddete mi dönüşeceği yoksa bir şekilde sisteme mi ekleneceği Trump’ın ve ulusalcı ekibinin performansına bağlı olacak. Trump Beyaz Amerika’nın hiddetiyle ırkçılık arasına kalın bir çizgi çekemezse Charlottesville örneğinde olduğu gibi yönetme kabiliyetini yitirecek.


Trump’ın Beyaz Saray’da ulusalcı-küreselci çekişmesi olarak tarif edilen ve aslında Cumhuriyetçi Parti’nin 2008’den beri parti tabanı ile parti elitleri arasındaki savaşın bir yansıması olan kavgayı yönetmesi kolay olmayacak. Trump önümüzdeki dönemde parti içindeki bu uçurumu kapatmayı başaramazsa kendi yarattığı canavarın kurbanı olabilir.


Ekonomik popülizm

2008 başkanlık seçimlerinde seçmeni en iyi okuyan ve kendini iktidara taşıyacak siyasi dalganın Irak savaşına karşıtlık olduğunu tespit eden Obama tarihi bir başarıya imza atarak Amerika’nın ilk siyahi başkanı olmuştu. 2016 seçimlerinde ise Trump’ı iktidara taşıyan ‘dip dalga’ 2008 ekonomik krizinin yarattığı sosyo-ekonomik realite ve bunun dönüştürerek harekete geçirdiği beyaz Amerika’nın sisteme karşı duyduğu memnuniyetsizlik ve buna bağlı olarak siyaset dışından bir aday istemesi oldu. 2008 krizi 1930’ların Büyük Buhranı sonrası ülkenin yaşadığı en büyük ekonomik kriz oldu. Finans sisteminin tamamen çökmesinin önüne geçilmesi adına dev finans kurumlarının iflası devlet sübvansiyonlarıyla engellenirken ve bu şekilde zengin elitler korunurken, orta ve alt sınıfların işlerini, evlerini ve birikimlerini kaybetmeleri toplumda genel olarak siyaset kurumuna karşı duyulan tepkinin derinleşmesine neden oldu.

‘Büyük Durgunluk’ tabir edilen krizi kucağında bulan Obama iktidarında ekonomik iyileşmenin çok yavaş ilerlemesi, Obama sağlık reformunun özellikle ‘küçük kasaba’ Amerikasında yarattığı memnuniyetsizlik, göçmenler ve ‘İslami radikalizm’ üzerinden verilen kültür savaşlarıyla birleşince siyasete karşı tepki ırkçı grupların kendilerini çok daha açık ifade edebilmelerine zemin hazırladı. Trump başkanlık kampanyası döneminde siyasete karşı duyulan hayal kırıklığı ve nefreti popülist ve ulusalcı bir dille kendisini başkanlığa taşıyacak bir itici güce dönüştürmeyi başardı. İlk önceliği ekonomik kaygılar olan geniş kitleler, Trump’ın göçmenler, azınlıklar ve Müslümanlara karşı söylemlerini görmezden gelmeyi tercih ettiler. Trump ne kadar siyasi gaf yaparsa yapsın puan kaybetmedi ve aksine rakiplerine karşı kullandığı aşağılayıcı dil geleneksel siyasetin parçası olan ‘siyasi doğruculuğun’ yıkılması olarak görüldü. Başkanlığı devraldığı Ocak ayından beri hızlı bir biçimde ‘Washington’la savaş’ modunda kampanya döneminde verdiği sözleri yerine getirmeye çalışan Trump, kimlik siyasetine girmekten ve kültür savaşlarının dozunu artırmaktan kaçınmadı. Bu bağlamda Charlottesville’de yaşananlar Trump’ın Beyaz Amerika’nın hiddetiyle ırkçılık arasındaki ayrımı yapabilmesi açısından en önemli testi oldu ancak bu sınavı veremedi.

Ulusalcı kanadın sonu mu?

Charlottesville’de yaşanan şiddet olayları ırkçı, Neo-Nazi ve beyaz üstünlüğünü savunan grupların Amerikan İç Savaş’ında güneyi temsil eden Konfederasyon ordusunun önemli isimlerinden General Robert E Lee’nin heykelinin indirilme kararını protesto etmek istemeleriyle başladı. Karşı protesto düzenleyen gruplarla çatışmaya girmekten çekinmeyen ırkçı gruplar siyasi yelpazenin hemen hemen bütün kesimlerinden kesin bir kınamayla karşılanırken Trump özellikle ilk gün yaptığı açıklamalarla ırkçı grupları kesin bir dille kınamadığı için eleştirildi. Pazartesi günü yaptığı ve prompter’dan okuduğu açıklamada kendisinden istenilen şekilde ırkçı grupları isim vererek kınasa da Trump’ın bu açıklamayı kerhen yaptığı algısı yaygındı. Sonrasında medyanın eleştirilerine Twitter’dan cevap veren Trump, bu algıyı doğrulamış oluyordu. Salı günü altyapı yatırımlarıyla ilgili olarak basının karşısına geçen Trump, kendini tutamayıp gazetecilerle ağız dalaşına girdi. Bu defa her iki tarafta da aşırılar olduğunu söylemekle kalmayıp ırkçı grupları savundu ve ABD’nin kurucuları Washington ve Jefferson’ı Konfederasyon liderlerine benzeterek büyük tepki çekti. Trump’ın ırkçı grupların mesajını ve şiddetini meşrulaştırmaya çalışması bu grupları Beyaz Amerika’nın hiddetinin bir tezahürü olarak gördüğünü ve ayrıştıramadığını gösteriyor.

Trump’ın başdanışmanı ve Beyaz Saray’daki ulusalcı ekibin başı Steve Bannon ırkçı grupların başkan üzerinde etkili olmasından sorumlu tutuluyordu ve görevden alınması sürpriz olmadı. Bannon 2008 ekonomik krizinin yarattığı ekonomik yıkımın beyaz alt sınıflarda oluşturduğu tepkiyi anlayan ve bunu başkanlık kampanyasının itici gücü haline getiren isim olarak öne çıkıyor. Beyaz Saray’dan önce yönettiği Breitbart haber sayfasının ‘alternatif beyaz’ tabir edilen aşırı ırkçı grupların platformu haline gelmesi Bannon’ın da ırkçı olarak suçlanmasına neden oluyor. Kendini (ırkçı değil) ekonomik ulusalcı olarak tanımlayan Bannon, küreselleşme karşıtı ‘önce Amerika’ sloganının mimarı olarak biliniyor. İzolasyonist bir dış politika isteyen Bannon, Amerikan askeri müdahalelerine karşı çıkıyor. Bannon günümüzün en büyük mücadelesinin ‘radikal İslam’ ile ‘Judeo-Hristiyan Batı’ arasındaki küresel çatışma olduğunu savunuyor. Bannon, ‘cihatçı İslami faşizmle açık bir savaş halindeyiz’ sözleriyle ifade ettiği medeniyetler çatışması tezi doğrultusunda Trump başkan olur olmaz uygulamaya konulan dokuz Müslüman ülkeye karşı seyahat yasağının da baş mimarı.

Kamuoyu desteğinde tarihin en düşük rakamlarını gören Trump’a Bannon’ın görevine son vererek ırkçı gruplardan uzaklaştığı sinyali vermesi yönündeki baskı had safhaya ulaşmış durumda. Başkan Trump’ın İç Güvenlik Bakanı John Kelly’yi Özel Kalem olarak ataması sonrasında asker kökenli ulusal güvenlik takımı daha ideolojik ulusalcı takım karşısında güçlendi. Bannon’ın da temsil ettiği ulusalcı grupları kaybetmek Trump’ın işine gelmese de Charlottesville olayları bardağı taşıran son damla oldu ve Kelly’nin Trump’ı ikna ederek Bannon’ı kovması asker kanadının zemin kazanması anlamına geliyor. Trump’ın Bannon’ı göndermesi ulusalcı kanadın Beyaz Saray’da temsil edilmeyeceği anlamına geliyor. Trump’ın mobilize ettiği ulusalcı ve ırkçı kitleleri kendi tarafında tutması bundan sonra oldukça zor olacak.

Kimlik siyaseti ve ırkçılık

Charlottesville performansıyla birçok kesimden yoğun tepki alan Trump’a desteğin ulusalcı olmayan kesimler arasında erimesi tehlikesi başkan için en önemli kaygılardan biri. Trump’ı sistemi ‘aksatması’ ve geleneksel siyasete darbe vurması için Washington’a gönderdiğini savunan kesimler şu ana kadar başkandan memnun. Ancak asıl ekonomik kaygılarla oy veren daha merkeze yakın kitlelerin ekonomik vaatlerin yerine getirilmemesi durumunda Trump’tan uzaklaşması kuvvetle muhtemel. Bu yüzden, bir yandan Rusya soruşturmasının baskısını hisseden bir yandan da Kongre’den istediği yasaları geçiremeyerek kendi partisiyle kavga eden Trump 2018 ara seçimlerinde partisinin ciddi oy kaybına yol açabilir.

Trump faktörü Amerikan iç politikasına yüksek oranda bir öngörülemezlik etkisi yapmış durumda. Trump kendisini başkanlığa taşıyan kızgınlığın enerjisini şu ana kadar kurumlarla kavga etmekle harcadı ve pozitif gündem oluşturamadı. Trump’ın yasama süreçlerinin gerektirdiği uzun soluklu stratejik planlamadan uzak kaotik yönetim tarzı Obama sağlık reformunun ilgası gibi en önemli vaatlerinden birine mal oldu. Beyaz Saray’daki yönetim krizi ve Trump’ın irticalen yönetme tarzı özellikle kriz zamanlarında Charlottesville gibi siyasi felaketlere yol açacaktır.

Trump’ın Beyaz Saray’da ulusalcı-küreselci çekişmesi olarak tarif edilen ve aslında Cumhuriyetçi Parti’nin 2008’den beri parti tabanı ile parti elitleri arasındaki savaşın bir yansıması olan kavgayı yönetmesi kolay olmayacak. Charlottesville krizinde görüldüğü gibi, parti tabanı daha çok Trump’ın tarafında yer alırken elitlerin çoğu başkanı isim vermeden ve bazıları da isim vererek eleştirdi. Trump önümüzdeki dönemde parti içindeki bu uçurumu kapatmayı başaramazsa kendi yarattığı canavarın kurbanı olabilir. Parti içindeki çelişkileri harmanlayıp iç çatışmaları pozitif bir ekonomik gündemle aşabilirse belki sonunda Trumpçılığın zaferini ilan etmemiz bile gerekebilir. Ancak başkanın Amerikan siyasetinin en derin fay hattı olan ırk meselesinde ırkçıların yanında durarak gösterdiği başarısız performansın unutulması mümkün olmayacak. Kampanya döneminde harekete geçirdiği Beyaz Amerika’nın hiddetinin ırkçılığın yükselişi olarak tezahür etmesi, tabanın tepkisinin ekonomik eşitsizliğin aşılmasını sağlamaktan ziyade şiddet, kimlik siyaseti ve kültür savaşlarına yol açacağı anlamına geliyor.

kadirustun@setadc.org

It’s time for the US to stop alienating its allies

This article was first published in Al Jazeera English on May 6, 2017.


Turkey’s air strikes on PKK-affiliated groups in Iraq and Syria should be a wake-up call for the Trump administration.


Turkey’s April 25 air strikes against Kurdistan Workers’ Party (PKK) positions in Iraq and its affiliate People’s Protection Units (YPG) in Syria were unexpected, but should not have surprised anyone.

Turkey has consistently maintained that the PKK’s presence in Iraq’s Sinjar region was unacceptable. Only two months into the Euphrates Shield Operation back in October 2016, President Recep Tayyip Erdogan pledged that Turkey would not tolerate Sinjar to be the “new Qandil”, referring to the terror group’s base of operations in northern Iraq.

While Turkish officials repeated their opposition to PKK’s presence in Sinjar several times, officials from the Kurdish Regional Government (KRG) also asked the PKK to leave the area.

Early in March 2017, clashes broke out between the PKK-linked Yazidi militia and the KRG’s Peshmerga fighters, a sign of increased tensions among Kurdish groups fuelled by the PKK’s lingering presence in the region.

Qandil mountains are located along the Iraq-Iran border in northeastern Iraq. The PKK have long been taking advantage of the mountainous terrain and using its bases there to train, plan attacks, and provide logistical support to its fighters. A similar base in Sinjar would help the PKK to operate in northwestern Iraq – an area near the Syrian border which is critically important for the fight against the Islamic State of Iraq and the Levant (ISIL, also known as ISIS). US military planners must be betting on the promises of the PKK-linked Sinjar Resistance Units to help cut off ISIL’s route between Mosul and Raqqa.

A strain on US-Turkey relations

Turkey is opposed to not only PKK’s influence in the region, but also the US’ apparent tactical decision to utilise the PKK against ISIL. Turkey prefers a combination of Peshmerga forces and Free Syrian Army fighters to take the lead in the fight against ISIL, as these groups pose no threat to Turkey’s national security.

The PKK, on the other hand, has not only continued to conduct attacks against Turkey but has also sought to establish an autonomous region in northern Syria through its Syrian affiliate, the Democratic Union Party, by making deals with prominent actors in Syria’s war, including Russia.

Creating a hub and a base for its operations in Sinjar is critical for the PKK, but actualisation of this plan would ironically violate the Iraqi-Syrian border – just like ISIL attempted to do in the past.

US military leaders seem to consider the PKK affiliates in Iraq and Syria as allies in the fight against ISIL.

The US Central Command went even further than that and is now reportedly patrolling the Syrian-Turkish border to discourage escalation and violence between two of its “most trusted partners in the fight to defeat ISIL”.

The US military did not hide its displeasure with the Turkish air strikes against the PKK and its affiliates in Iraq and Syria despite the fact that the US and Turkey are supposed to be part of the same anti-ISIS coalition. At the same time, neither President Trump, nor US officials at the cabinet level, have made any statements against Turkish operations.

The forthcoming meeting between US President Donald Trump and his Turkish counterpart will surely involve extensive discussions around the US-Turkey strategic disconnect in the fight against ISIL and the PKK’s influence on the ground. It will be a challenge, however, to resolve this issue in one meeting.

Two sides will need to talk more often and in-depth about a military plan to root out ISIL but also, and more importantly, they will need to agree on a political plan that would establish stability on the ground in a post-ISIL scenario. Unfortunately, the anti-ISIL coalition’s efforts have been largely tactical and created space for non-state actors such as the PKK to take advantage of a security vacuum spanning Iraq and Syria.

There are signs that the Trump administration may be working on a more thoughtful approach that prioritises long-term strategies over short-term tactical gains.

It is not clear, however, if this new approach will translate into actual policy. So far, the White House has not made a political decision on whether to arm the YPG directly and include them in operations to liberate Raqqa from ISIL. Turkey has presented multiple proposals that exclude the YPG from the Raqqa operation and replace them with local Arab forces supported by Turkish troops.

Any scenario that empowers and legitimises PKK’s affiliates will certainly strain US-Turkey relations and risk weakening anti-ISIL operations. It is clear as a result of the April 25 operations that Turkey is determined to limit the reach and influence of the PKK and its affiliates on national security grounds. Beyond Turkey’s own national security requirements, it is difficult to see how allowing the PKK to control Arab-majority towns and to establish an autonomous region in northern Syria contributes to long-term stability.

The Trump administration needs to go beyond tactical wins and take its time to create a more careful strategy both to avoid alienating key allies, such as Turkey, and to conduct a sustainable anti-ISIL campaign.

Kadir Ustun is the Executive Director of the SETA Foundation in Washington, DC.

The views expressed in this article are the author’s own and do not necessarily reflect Al Jazeera’s editorial policy.

The Search for an American Foreign Policy and US-Turkey Relations in the Trump Era

This article was coauthored by Kadir Ustun and Kilic Kanat and was published by Orient on March 31, 2017.


Orient_II_2017_final_XL

Başkanlık Seçimleri ve Amerika’nın Ortadoğu Politikasının Geleceği

Bu yazı 23 Nisan 2016 tarihinde Star Açık Görüş‘te Yayınlanmıştır.

Seçim dönemlerinde gerçekleşen dış politika tartışmalarının aynı zamanda iç siyasi dengeler ve çekişmelerin bir yansıması olduğunu unutmamak gerekir. Birçok siyasi sistemde benzer şekilde gerçekleşen bu iç-dış politika ilişkisinin 2016 Kasım Amerikan başkanlık seçimlerine giderken Amerika için de geçerli olduğunu belirtelim. Örneğin, dış politikada terör ve güvenliği vurgulayan Cumhuriyetçi aday adaylarının aslında aynı zamanda iç politikada önemli bir karşılığı olan göçmen karşıtlığından da bahsettiklerini söyleyebiliriz. Benzer şekilde, Demokrat aday adayları arasında Kuzey Amerika Ticaret Anlaşması’ndan (NAFTA) bahsedildiğinde aynı zamanda uluslararası ticaretin negatif etkilerine maruz kalan işçi ve sendikalara mesaj verdiklerini hatırlamak gerekir. Bu sebeple başkanlık yarışındaki dış politika tartışmalarının yüzeyselliğine ve hatta ırkçı, İslamofobik ve ayırımcı söylemlerine bakarak, önümüzdeki dönemde Amerikan dış politikasının nasıl olacağını tahmin etmeye çalışmak sorunlu bir yaklaşım olacaktır.

Her yeni başkan gibi, 2017 Ocak’ında göreve başlayacak olan başkanın da bir önceki dönemin mirasının verilerine rağmen kendi vizyonu çerçevesinde dış politika yapmak isteyecektir. Ancak kamuoyunun eğilimlerinin, kurumsal deneyimlerin ve travmaların, Amerika’nın reel çıkarlarının ve eski ve yeni krizlerin başkanın manevra alanını belirleyeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Bu sebeple başkanlık kampanyası döneminde aday adaylarının söylemlerine bakarak Amerikan dış politikasının seyrini öngörmek sağlıklı olmayacaktır. Yeni başkanın Ortadoğu’da nasıl bir dış politika izleneceğini anlamak için Obama’nın mirasının ana hatlarını ve Amerikan dış politikasını yönlendiren kurumların kurumsal hafızalarını birlikte değerlendirmek gerekir. Her ne kadar dış politikada başkanın geniş bir özgürlük alanı olsa da Amerikan seçmeninin eğilimlerinin belirleyici olduğunu hesaba katmak gerekir.  

Obama’nın mirası

Afganistan ve Irak savaşlarını eleştirerek ve savaş karşıtı bir kampanya sonrası iktidara gelen Başkan Obama geçtiğimiz sekiz yıl boyunca bütüncül bir Ortadoğu politikası oluştur(a)madı. Her iki işgalin getirdiği maddi ve manevi kayıpların  üzerine, Büyük Buhran’dan bu yana Amerikan tarihinin en derin ekonomik krizini kucağında bulan başkan hem İslam dünyasıyla ilişkileri düzeltme hem de işgalleri sona erdirme sözü vermişti. Bugün geldiğimiz noktada bu sözlerini yerine getirebildiğini söylemek zor. İsrail-Filistin barış görüşmelerinde başarısız olan başkan Obama, Arap Baharı’nda demokratik halk hareketlerini desteklemekle baskıcı rejimlerin düşmesinin yaratacağı kaostan kaçınmaya çalışan politikalar arasında gidip geldi. Ortadoğu’da yerel aktörlerin daha fazla inisiyatif alması gerektiğini savunan başkanın teşhis noktasında haklı olduğu söylenebilir. Ancak Amerika’nın özellikle Irak işgali sonrası üzerine düşen sorumluluğun hakkını vermediğini not etmek gerekir. Amerika’nın savaş yorgunu seçmeninin hissiyatı üzerine dış politika inşa eden başkan, aldığı inisiyatifler ve riskler noktasında oldukça minimalist bir yaklaşım sergiledi.

Obama’nın Arap Baharı’nın özellikle Tunus ve Mısır’da demokratik halk hareketi yüzünü gördüğünde sahiplenen ancak Suriye’de çatışmaya dönüştüğünde durumu ümitsiz bir iç savaş vakası olarak tanımlayan tavrı, birçok Amerikalı dış politika analisti tarafından pragmatizm olarak tanımlandı. Amerika’yı yeni bir maceraya sokmamakta kararlı olan başkan, kendi çizdiği kırmızı çizginin ihlal edilmesi sonrasında varılan Suriye’nin kimyasal silahlardan arındırılması anlaşmasını da başarı olarak gördü. Ancak DAEŞ’in uluslararası sınırları yok eden genişlemesi başkanın Suriye’den uzak durmasına izin vermedi. Başkanın Suriye politikası krizi çözecek kapsamlı bir plan geliştirmekten ziyade sadece terörle mücadeleye indirgeyen bir pragmatizm olarak tezahür etti. Arap Baharı geldiğimiz noktada Libya’dan Suriye’ye geniş bir coğrafyada terörün kendine geniş bir hareket alanı bulması sonucunu doğurdu. Obama bu sonucun siyasi nedenlerine ortadan kaldırmaya çalışma perspektifinden uzak dar bir terörle mücadele gündemine hapsetti kendini.

Terörle savaş gündeminden uzaklaşma sözüyle iktidara gelen başkanın en büyük yanlışını ‘Libya’da müdahale sonrasını hesap etmemek’ olarak görmesi, Libya’yı terörle mücadele bağlamında gördüğünün bir işareti aslında. Benzer biçimde retorik olarak İran’a ‘yumruğunu açma’ çağrısı yapan başkanın İran politikasının da büyük oranda toplu imha silahlarının yok edilmesi gündemine ilişkin olduğunu not etmek gerekiyor. Hem terörle mücadele hem de toplu imha silahlarının yayılmasını önlemenin iç politikada karşılığı olduğunu söylemek mümkün. Ancak Ortadoğu’da demokrasiyi desteklemeninin özellikle Irak işgali sonrası alıcısının kalmadığı bir gerçek. Bu bağlamda Obama bütünlüklü bir Ortadoğu politikası geliştirmeyi gündemine almayarak, bölgenin içerisinden geçmekte olduğu tarihi siyasi krizin sonuçlarına odaklanmayı tercih eden ‘pragmatik’ politikalarla adeta günü kurtarma yoluna gitmeyi tercih etti. Amerika’nın küresel misyonunu yeniden tanımlamaya çalıştığı ve bu noktada zorlandığı bir dönemde, başkan içeride Amerika’yı yeniden inşa etme ve dışarıda Amerika’nın yük ve risklerini azaltmaya odaklandı. Bu iki hedefte de ikna edici bir şekilde başarılı olduğunu söylemek zor. Ancak Obama’nın Amerikan halkının hissiyatını ve kurumlarının yaklaşımını yansıttığını hatırlamak gerekiyor.

Seçmenin beklentisi

Amerikan seçmeninin dış politikada terörle mücadelede etkinlik bekleyen ve aynı zamanda askeri müdahaleye karşı bir eğilimi taşıdığını vurgulamak gerekir. Kurumsal olarak da Amerikan ordusu Afganistan ve Irak işgallerinin getirdiği maddi ve manevi yükle birlikte ulus inşa etme gibi adeta imkansız bir misyon verilmesinin getirdiği travmayla hala hesaplaşıyor. Bir sonraki başkan kim olursa olsun, yeni bir işgal istemeyen, terörle mücadelede etkinlik adına belli özgürlüklerinden vazgeçmeyi çoktan kabul etmiş bir kamuoyuyla birlikte müdahaleye karşı şüpheci bir ordu ve güvenlik sektörüyle muhatap olacak. Halihazırda başkan aday adaylığı sürecinde söylem düzeyinde ne kadar şahin politikalar önerilirse önerilsin, yeni başkanın politikaları bu eğilimler tarafından belirlenmeye devam edecektir. Bu anlamda büyük oranda Obama politikalarının devamını beklemek yanlış olmayacaktır.

Savaş yorgunu bir kamuoyu

Cumhuriyetçi Parti aday adaylığı süreci bütün dünyanın ilgisini çekti zira Trump fenomeni hem Cumhuriyetçi Parti’nin kimlik krizinin derinliğini ortaya çıkardı hem de özellikle dış politikadaki ‘çılgın’ önerileri Trump’ı gündemin zirvesinde tuttu. İronik bir biçimde terörle mücadele gündemi aslında en çok Trump’a yaradı. Özellikle San Bernardino’daki saldırıları kampanyasında sürekli kullanan Trump, korku siyasetini yeni zirvelere taşıyarak Müslümanların ülkeye girişlerinin geçici olarak yasaklanması ve teröristelere ve ailelerine karşı işkencenin kullanılabileceği gibi şahin ötesi önerileriyle tartışmayı iyice uç bir noktaya çekmeyi başardı. Diğer aday adaylarının nispeten daha ‘makul’ ama gene de şahin olarak tanımlanabilecek önerileri Trump’ın tartışmayı getirdiği noktada etkisiz kaldı. 11 Eylül’den sonra Bush ve Obama dönemlerinde sürekli terörle mücadele gündemine muhatap olan kamuoyunun en azından bir kısmı artık Trump’ın önerdiği ‘radikal’ çözümlere prim verecek bir noktaya gelmişti. Bunun altında yatan savaş yorgunu ve izolasyoncu eğilime işaret etmek gerekiyor. Trump aynı zamanda Irak işgaline başından beri karşı olduğunu iddia ediyor ve işgalle özdeşleşen eski başkan Bush’u eleştirmekten geri durmuyordu. Bu eleştirileri Bush’un en popüler olduğu ve ordu mensuplarının oylarının önemli olduğu South Carolina gibi eyaletlerde bile ciddi bir oy kaybına sebep olmadı ve Jeb Bush’un kampanyasının da sonunu getirdi. Bunun en önemli sebebi Trump’ın şahin ötesi önerilerine rağmen dış müdahale karşıtı bir duruş benimsemesi ve halkın bu hissiyatını yansıtması oldu.

Demokratlarda da dış müdahale karşıtı ve görece izolasyon yanlısı Sanders’ın Clinton gibi güçlü bir adayla başa baş gitmeyi başarmasının altında benzer sebepler olduğunu iddia etmek abartı olmayacaktır. Ekonomik eşitsizlik ve sosyal adalet konularına odaklanan Sanders’ın dış politika tecrübesi yok denecek kadar az ancak Clinton’a getirdiği Irak işgaline kabul oyu verdiği eleştirisi etkili olmaya devam ediyor. Libya’da müdahale yanlısı olan Clinton Suriye’de de muhalefetin silahlandırılması yönünde görüş bildirmiş ancak başkan Obama’nın veto etmesiyle bu gerçekleşmemişti. Başkan olması en muhtemel aday olarak Clinton’ın özellikle Suriye’de Türkiye’ye yakın bir politika izleyeceğini veya en azından Türkiye’nin kaygılarını daha dikkate alacağını bekleyebiliriz. Ancak her ne kadar şahin olarak tanımlansa da, Clinton’ın savaş yorgunu ve müdahale karşıtı bir Amerikan kamuoyuyla muhatap olacağını unutmamak gerekir.

Yeni başkanın Ortadoğu politikasında terörle mücadele odaklı ve günü kurtaran politikaların ötesine geçebilmesi oldukça zor görünüyor. Başkanın Ortadoğu’da halihazırda iç savaş ve terörün ağır bastığı çatışma sürecinin altında yatan siyasi sorunları çözme perspektifine sahip kapsamlı bir bölgesel politika geliştirmesi gerekiyor. Böyle bir perspektif halihazırdaki güvenlik odaklı terörle mücadele çabalarına yeni bir anlayış getirmek ve özellikle siyasi çözümler üretmek zorunda. Yeni Amerikan yönetiminin böyle bir politika geliştirmeye niyetli ve enerjisi olsa bile, savaş yılgını ve dış politika inisiyatiflerine enerji harcamak istemeyen bir kamuoyuyla muhatap olacak. Dış politika adımlarının iç politikadaki yansımalarını hesap etmek zorunda olan yeni başkanın Obama’dan çok farklı bir Ortadoğu politikası izlemesi kolay olmayacak zira Amerikan halkı Ortadoğu’da siyasi sorunların adeta çözülmesi imkansız sorunlar olduğuna ikna olmuş durumda. Yeni başkanın kamuoyunu yeni bir dış politika aktivizmine ikna etmesi çok zor. Bölgede yerel siyasi aktörler arasında yeni başkanın Obama’dan farklı olacağını ve daha aktif bir Amerikan politikasının Ortadoğu’da istikrar getirmeye yardımcı olacağını düşünenlerin umduklarını bulamamaları kuvvetle muhtemel. Bu durumda Ortadoğu’da yerel aktörlerin dışarıdan empoze edilen büyük stratejilerden medet ummamayı ve deyim yerindeyse kendi göbeklerini kendileri kesmeyi öğrenmesi gerekecek.