Tag Archives: Suriye

Başkanlık Seçimleri ve Amerika’nın Ortadoğu Politikasının Geleceği

Bu yazı 23 Nisan 2016 tarihinde Star Açık Görüş‘te Yayınlanmıştır.

Seçim dönemlerinde gerçekleşen dış politika tartışmalarının aynı zamanda iç siyasi dengeler ve çekişmelerin bir yansıması olduğunu unutmamak gerekir. Birçok siyasi sistemde benzer şekilde gerçekleşen bu iç-dış politika ilişkisinin 2016 Kasım Amerikan başkanlık seçimlerine giderken Amerika için de geçerli olduğunu belirtelim. Örneğin, dış politikada terör ve güvenliği vurgulayan Cumhuriyetçi aday adaylarının aslında aynı zamanda iç politikada önemli bir karşılığı olan göçmen karşıtlığından da bahsettiklerini söyleyebiliriz. Benzer şekilde, Demokrat aday adayları arasında Kuzey Amerika Ticaret Anlaşması’ndan (NAFTA) bahsedildiğinde aynı zamanda uluslararası ticaretin negatif etkilerine maruz kalan işçi ve sendikalara mesaj verdiklerini hatırlamak gerekir. Bu sebeple başkanlık yarışındaki dış politika tartışmalarının yüzeyselliğine ve hatta ırkçı, İslamofobik ve ayırımcı söylemlerine bakarak, önümüzdeki dönemde Amerikan dış politikasının nasıl olacağını tahmin etmeye çalışmak sorunlu bir yaklaşım olacaktır.

Her yeni başkan gibi, 2017 Ocak’ında göreve başlayacak olan başkanın da bir önceki dönemin mirasının verilerine rağmen kendi vizyonu çerçevesinde dış politika yapmak isteyecektir. Ancak kamuoyunun eğilimlerinin, kurumsal deneyimlerin ve travmaların, Amerika’nın reel çıkarlarının ve eski ve yeni krizlerin başkanın manevra alanını belirleyeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Bu sebeple başkanlık kampanyası döneminde aday adaylarının söylemlerine bakarak Amerikan dış politikasının seyrini öngörmek sağlıklı olmayacaktır. Yeni başkanın Ortadoğu’da nasıl bir dış politika izleneceğini anlamak için Obama’nın mirasının ana hatlarını ve Amerikan dış politikasını yönlendiren kurumların kurumsal hafızalarını birlikte değerlendirmek gerekir. Her ne kadar dış politikada başkanın geniş bir özgürlük alanı olsa da Amerikan seçmeninin eğilimlerinin belirleyici olduğunu hesaba katmak gerekir.  

Obama’nın mirası

Afganistan ve Irak savaşlarını eleştirerek ve savaş karşıtı bir kampanya sonrası iktidara gelen Başkan Obama geçtiğimiz sekiz yıl boyunca bütüncül bir Ortadoğu politikası oluştur(a)madı. Her iki işgalin getirdiği maddi ve manevi kayıpların  üzerine, Büyük Buhran’dan bu yana Amerikan tarihinin en derin ekonomik krizini kucağında bulan başkan hem İslam dünyasıyla ilişkileri düzeltme hem de işgalleri sona erdirme sözü vermişti. Bugün geldiğimiz noktada bu sözlerini yerine getirebildiğini söylemek zor. İsrail-Filistin barış görüşmelerinde başarısız olan başkan Obama, Arap Baharı’nda demokratik halk hareketlerini desteklemekle baskıcı rejimlerin düşmesinin yaratacağı kaostan kaçınmaya çalışan politikalar arasında gidip geldi. Ortadoğu’da yerel aktörlerin daha fazla inisiyatif alması gerektiğini savunan başkanın teşhis noktasında haklı olduğu söylenebilir. Ancak Amerika’nın özellikle Irak işgali sonrası üzerine düşen sorumluluğun hakkını vermediğini not etmek gerekir. Amerika’nın savaş yorgunu seçmeninin hissiyatı üzerine dış politika inşa eden başkan, aldığı inisiyatifler ve riskler noktasında oldukça minimalist bir yaklaşım sergiledi.

Obama’nın Arap Baharı’nın özellikle Tunus ve Mısır’da demokratik halk hareketi yüzünü gördüğünde sahiplenen ancak Suriye’de çatışmaya dönüştüğünde durumu ümitsiz bir iç savaş vakası olarak tanımlayan tavrı, birçok Amerikalı dış politika analisti tarafından pragmatizm olarak tanımlandı. Amerika’yı yeni bir maceraya sokmamakta kararlı olan başkan, kendi çizdiği kırmızı çizginin ihlal edilmesi sonrasında varılan Suriye’nin kimyasal silahlardan arındırılması anlaşmasını da başarı olarak gördü. Ancak DAEŞ’in uluslararası sınırları yok eden genişlemesi başkanın Suriye’den uzak durmasına izin vermedi. Başkanın Suriye politikası krizi çözecek kapsamlı bir plan geliştirmekten ziyade sadece terörle mücadeleye indirgeyen bir pragmatizm olarak tezahür etti. Arap Baharı geldiğimiz noktada Libya’dan Suriye’ye geniş bir coğrafyada terörün kendine geniş bir hareket alanı bulması sonucunu doğurdu. Obama bu sonucun siyasi nedenlerine ortadan kaldırmaya çalışma perspektifinden uzak dar bir terörle mücadele gündemine hapsetti kendini.

Terörle savaş gündeminden uzaklaşma sözüyle iktidara gelen başkanın en büyük yanlışını ‘Libya’da müdahale sonrasını hesap etmemek’ olarak görmesi, Libya’yı terörle mücadele bağlamında gördüğünün bir işareti aslında. Benzer biçimde retorik olarak İran’a ‘yumruğunu açma’ çağrısı yapan başkanın İran politikasının da büyük oranda toplu imha silahlarının yok edilmesi gündemine ilişkin olduğunu not etmek gerekiyor. Hem terörle mücadele hem de toplu imha silahlarının yayılmasını önlemenin iç politikada karşılığı olduğunu söylemek mümkün. Ancak Ortadoğu’da demokrasiyi desteklemeninin özellikle Irak işgali sonrası alıcısının kalmadığı bir gerçek. Bu bağlamda Obama bütünlüklü bir Ortadoğu politikası geliştirmeyi gündemine almayarak, bölgenin içerisinden geçmekte olduğu tarihi siyasi krizin sonuçlarına odaklanmayı tercih eden ‘pragmatik’ politikalarla adeta günü kurtarma yoluna gitmeyi tercih etti. Amerika’nın küresel misyonunu yeniden tanımlamaya çalıştığı ve bu noktada zorlandığı bir dönemde, başkan içeride Amerika’yı yeniden inşa etme ve dışarıda Amerika’nın yük ve risklerini azaltmaya odaklandı. Bu iki hedefte de ikna edici bir şekilde başarılı olduğunu söylemek zor. Ancak Obama’nın Amerikan halkının hissiyatını ve kurumlarının yaklaşımını yansıttığını hatırlamak gerekiyor.

Seçmenin beklentisi

Amerikan seçmeninin dış politikada terörle mücadelede etkinlik bekleyen ve aynı zamanda askeri müdahaleye karşı bir eğilimi taşıdığını vurgulamak gerekir. Kurumsal olarak da Amerikan ordusu Afganistan ve Irak işgallerinin getirdiği maddi ve manevi yükle birlikte ulus inşa etme gibi adeta imkansız bir misyon verilmesinin getirdiği travmayla hala hesaplaşıyor. Bir sonraki başkan kim olursa olsun, yeni bir işgal istemeyen, terörle mücadelede etkinlik adına belli özgürlüklerinden vazgeçmeyi çoktan kabul etmiş bir kamuoyuyla birlikte müdahaleye karşı şüpheci bir ordu ve güvenlik sektörüyle muhatap olacak. Halihazırda başkan aday adaylığı sürecinde söylem düzeyinde ne kadar şahin politikalar önerilirse önerilsin, yeni başkanın politikaları bu eğilimler tarafından belirlenmeye devam edecektir. Bu anlamda büyük oranda Obama politikalarının devamını beklemek yanlış olmayacaktır.

Savaş yorgunu bir kamuoyu

Cumhuriyetçi Parti aday adaylığı süreci bütün dünyanın ilgisini çekti zira Trump fenomeni hem Cumhuriyetçi Parti’nin kimlik krizinin derinliğini ortaya çıkardı hem de özellikle dış politikadaki ‘çılgın’ önerileri Trump’ı gündemin zirvesinde tuttu. İronik bir biçimde terörle mücadele gündemi aslında en çok Trump’a yaradı. Özellikle San Bernardino’daki saldırıları kampanyasında sürekli kullanan Trump, korku siyasetini yeni zirvelere taşıyarak Müslümanların ülkeye girişlerinin geçici olarak yasaklanması ve teröristelere ve ailelerine karşı işkencenin kullanılabileceği gibi şahin ötesi önerileriyle tartışmayı iyice uç bir noktaya çekmeyi başardı. Diğer aday adaylarının nispeten daha ‘makul’ ama gene de şahin olarak tanımlanabilecek önerileri Trump’ın tartışmayı getirdiği noktada etkisiz kaldı. 11 Eylül’den sonra Bush ve Obama dönemlerinde sürekli terörle mücadele gündemine muhatap olan kamuoyunun en azından bir kısmı artık Trump’ın önerdiği ‘radikal’ çözümlere prim verecek bir noktaya gelmişti. Bunun altında yatan savaş yorgunu ve izolasyoncu eğilime işaret etmek gerekiyor. Trump aynı zamanda Irak işgaline başından beri karşı olduğunu iddia ediyor ve işgalle özdeşleşen eski başkan Bush’u eleştirmekten geri durmuyordu. Bu eleştirileri Bush’un en popüler olduğu ve ordu mensuplarının oylarının önemli olduğu South Carolina gibi eyaletlerde bile ciddi bir oy kaybına sebep olmadı ve Jeb Bush’un kampanyasının da sonunu getirdi. Bunun en önemli sebebi Trump’ın şahin ötesi önerilerine rağmen dış müdahale karşıtı bir duruş benimsemesi ve halkın bu hissiyatını yansıtması oldu.

Demokratlarda da dış müdahale karşıtı ve görece izolasyon yanlısı Sanders’ın Clinton gibi güçlü bir adayla başa baş gitmeyi başarmasının altında benzer sebepler olduğunu iddia etmek abartı olmayacaktır. Ekonomik eşitsizlik ve sosyal adalet konularına odaklanan Sanders’ın dış politika tecrübesi yok denecek kadar az ancak Clinton’a getirdiği Irak işgaline kabul oyu verdiği eleştirisi etkili olmaya devam ediyor. Libya’da müdahale yanlısı olan Clinton Suriye’de de muhalefetin silahlandırılması yönünde görüş bildirmiş ancak başkan Obama’nın veto etmesiyle bu gerçekleşmemişti. Başkan olması en muhtemel aday olarak Clinton’ın özellikle Suriye’de Türkiye’ye yakın bir politika izleyeceğini veya en azından Türkiye’nin kaygılarını daha dikkate alacağını bekleyebiliriz. Ancak her ne kadar şahin olarak tanımlansa da, Clinton’ın savaş yorgunu ve müdahale karşıtı bir Amerikan kamuoyuyla muhatap olacağını unutmamak gerekir.

Yeni başkanın Ortadoğu politikasında terörle mücadele odaklı ve günü kurtaran politikaların ötesine geçebilmesi oldukça zor görünüyor. Başkanın Ortadoğu’da halihazırda iç savaş ve terörün ağır bastığı çatışma sürecinin altında yatan siyasi sorunları çözme perspektifine sahip kapsamlı bir bölgesel politika geliştirmesi gerekiyor. Böyle bir perspektif halihazırdaki güvenlik odaklı terörle mücadele çabalarına yeni bir anlayış getirmek ve özellikle siyasi çözümler üretmek zorunda. Yeni Amerikan yönetiminin böyle bir politika geliştirmeye niyetli ve enerjisi olsa bile, savaş yılgını ve dış politika inisiyatiflerine enerji harcamak istemeyen bir kamuoyuyla muhatap olacak. Dış politika adımlarının iç politikadaki yansımalarını hesap etmek zorunda olan yeni başkanın Obama’dan çok farklı bir Ortadoğu politikası izlemesi kolay olmayacak zira Amerikan halkı Ortadoğu’da siyasi sorunların adeta çözülmesi imkansız sorunlar olduğuna ikna olmuş durumda. Yeni başkanın kamuoyunu yeni bir dış politika aktivizmine ikna etmesi çok zor. Bölgede yerel siyasi aktörler arasında yeni başkanın Obama’dan farklı olacağını ve daha aktif bir Amerikan politikasının Ortadoğu’da istikrar getirmeye yardımcı olacağını düşünenlerin umduklarını bulamamaları kuvvetle muhtemel. Bu durumda Ortadoğu’da yerel aktörlerin dışarıdan empoze edilen büyük stratejilerden medet ummamayı ve deyim yerindeyse kendi göbeklerini kendileri kesmeyi öğrenmesi gerekecek.

Putin’in Suriye’ye Müdahalesi ve Amerikan Politikasının Geleceği

Bu analiz 10 Ekim 2015 tarihinde Star Açık Görüş‘te yayınlanmıştır.

Rusya’nın Suriye’ye müdahalesinin Akdeniz ve Ortadoğu’daki stratejik varlığını pekiştirmeyi ve genişletmeyi amaçlayan bir hamle olduğu açık.

Rusya’nın Suriye’ye müdahalesinin Akdeniz ve Ortadoğu’daki stratejik varlığını pekiştirmeyi ve genişletmeyi amaçlayan bir hamle olduğu açık. Rusya Arap baharının başından beri otokratik rejimlere başkaldırılara mesafeli durmayı tercih etmişti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde verdiği oyla Libya’da Batı’nın müdahalesine giden yolu açan Rusya, umduğu gibi petrol fiyatlarının artmasıyla görece kazanımlar sağlamıştı. Batı’nın Libya’da muhtemelen bir bataklığa saplanacağını hesaplayan Rusya, bu hesabı tutmayınca Libya müdahalesinin hukuksuz olduğunu söyleyerek geriye dönük olarak eleştirmeye başladı. Amerika’nın Güvenlik Konseyi kararını rejim değişikliği için manipüle ettiğini iddia eden Rusya’nın bundan sonra Batı yanlısı rejim değişikliğine rıza göstermeyen ve otokratik rejimlerin yanında duran tavrının netleştiğini gördük. Bu anlamda Rusya Arap Baharı süreciyle başlayan ayaklanmalarda karşı-devrimin tarafında yer alarak eski rejimlerin destekçisi oldu. Rusya en son Suriye’ye yaptığı müdahaleyle bir yandan bölgesel stratejik hedefleri için zemin kazanırken bir yandan da rejim değişikliği dalgasını kırarak otokratik rejimlerin bekasını sağlamayı hedefliyor. Continue reading Putin’in Suriye’ye Müdahalesi ve Amerikan Politikasının Geleceği

Türk-Amerikan İlişkilerinde İncirlik, DAEŞ ve PKK

Türkiye Suruç saldırısının ardından DAEŞ’e karşı koalisyonda daha aktif rol alma kararı aldı. Türkiye ve Amerika İncirlik’in Amerikan hava kuvvetleri tarafından kullanılması ve kuzey Suriye’de DAEŞ’den arındırılmış bir bölge oluşturulması konularında anlaşmaya vardı.

Anlaşmanın detayları hakkında çok fazla bilgi olmasa da bölgenin Suriyeli ılımlı muhalefetin önünü açarak DAEŞ’in geriletilmesine yönelik olduğu ve ayrıca PYD’nin hareket alanını Arap ve Türkmenler aleyhine genişletme çabalarının engellenmesinin hedeflendiği anlaşılıyor. Ancak Türkiye’yle ABD’nin anlaşmasına rağmen, yapılan analiz ve yorumlarda Türkiye’nin İncirlik karşılığında asıl derdi olan Kürtlere saldırdığı temasının hâkim olduğunu görüyoruz. Ayrıca AK Parti’nin milliyetçi bir dalga yaratarak erken seçimlerde tek başına iktidar olmayı hedeflediği yorumları da revaçta. Türkiye’nin DAEŞ’e karşı mücadelede daha fazla rol oynaması genel olarak memnuniyetle karşılanırken, PKK operasyonlarına şüpheyle yaklaşılması aslında Obama yönetiminin DAEŞ stratejisinin eksikliklerine işaret ediyor. Amerikan yönetimi DAEŞ’e karşı mücadelesinde Türkiye gibi müttefikleriyle kapsamlı bir strateji oluşturmaktansa PYD gibi yerel aktörlerle işbirliği yaparak DAEŞ’i geriletmeye çalışıyor. Bu stratejinin Amerikan kamuoyuna yansıması da bölgede DAEŞ’le mücadele eden tek seküler gücün ‘Kürtler’ olduğu şeklinde. Türkiye’nin PKK operasyonlarına yapılan eleştirileri bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Continue reading Türk-Amerikan İlişkilerinde İncirlik, DAEŞ ve PKK

Türk-Amerikan ilişkilerinde PYD ve Suriye

Türkiye Kobani kuşatması sırasında da sonrasında da PYD’ye belli şartlar öne sürmüş ve kantonlar üzerinden fiili bir bölünme durumu yaratmamasını salık vermişti. Türkiye’yle çalışmaktansa ABD’nin IŞİD’e odaklanmasını fırsat bilen PYD de kendine açılan alanı değerlendirerek uluslararası meşruiyet kazanma yoluna gitti. Bunlar Türk-Amerikan ilişkilerinin kısa vadede toparlanıp güçlenmesi ihtimalini zayıflatıyor.

2014 Eylül’ünde Kobani DAEŞ tarafından kuşatma altına alındığında Obama yönetimi terör listesinde olan PKK’yla PYD arasında legal bir ayırım yaparak PYD’ye destek vermişti. O dönemde Amerikan dış politika analistleri ve medyasından Türkiye’nin DAEŞ karşıtı koalisyona yeterince destek vermediği yönünde eleştiriler gelmişti. Bu eleştirilerin bir kısmı da ismi açıklanmayan Obama yönetimi yetkilileri tarafından basın aracılığıyla ifade edilmişti. Kobani’nin DAEŞ’e düşmemesi için Barzani güçlerinin Kobani’ye geçmesini sağlayan Türkiye’nin verdiği bu katkıya rağmen Türkiye aleyhinde Kürtlere karşı DAEŞ’e destek verdiği yönünde haberler devam etti. PYD’ye Suriye’nin bütünlüğünü bozmaması, etnik temelli bir politika gütmemesi ve Esad yönetimine karşı tavır almasını şart koşan Türkiye’nin Suriye Kürtlerinin kendilerini ve topraklarını korumalarına karşı olduğu şeklinde bir imaj oluştu. Amerikan hükümeti ise DAEŞ’le etkin mücadele ettiğini düşündüğü PYD’ye destek vererek Türkiye’nin kaygılarını görmezden geldi. Türkiye’yle Amerika arasında Suriye’deki öncelikler konusunda bir görüş birliği sağlanamayınca, Amerika’nın DAEŞ politikası Türkiye’nin tepkisini çekecek derecede PYD’ye destek üzerine kurgulandı. Continue reading Türk-Amerikan ilişkilerinde PYD ve Suriye

Amerika’nın IŞİD’le imtihanı

Bu analiz 12 Ekim 2014 tarihinde Star Açık Görüş‘te yayınlanmıştır.

Bu günlerde Washington’da ne oldu da (Obama Suriye’de olan bitene üç yıldır ciddi bir tepki göstermezken, Irak’ta Maliki’ye baskı yapmaktan uzak dururken) birden bire IŞİD’a karşı askeri tedbirler alma gereği duydu sorusuna ikna edici bir yanıt bulmak kolay değil.

Obama yönetiminin uzun zamandır Ortadoğu’da Amerika’nın maliyetlerini ve risklerini azaltmaya çalıştığını biliyoruz. Suriye’de 200 bini aşkın ölü ve milyonlarca mülteci yeni yüzyılın en büyük insani trajedisini ortaya çıkardı. Suriye’deki iç savaş bölgede birçok dengeyi alt üst etmekle kalmadı, Sünni-Şii gerginliğini çatışma ve ölüm-kalım savaşına dönüştürmede katalizör görevi görerek belki de on yıllarca üstünden gelinemeyecek bir şekilde derinleştirdi. El-Kaide bağlantılı grupların güçlenmesi ve Esad rejimiyle savaşmaktansa kendilerine ait bölgeleri kontrol etmeye çalışmaları bile Amerika’yı harekete geçirememişti. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve Bağdat’a doğru ilerlemesi Obama’nın Irak’tan çekilme politikasının iflas etmesi sinyalleri verince yönetim meseleye daha ciddi yaklaşma gereği duydu.

Amerikalı gazetecilerin kameralar önünde katledilmesi bardağı taşırdı ve Amerikan kamuoyunun Irak’ta teröristlere karşı askeri harekata desteğini artırdı. Irak politikasının iflasının ilanı Obama için kaldırılabilir bir siyasi maliyet değildi. Continue reading Amerika’nın IŞİD’le imtihanı

Suriye’den Ukrayna’ya Amerikan Liderliği

Bu analiz 20 Nisan 2014 tarihinde Star Açık Görüş’te yayınlanmıştır.

Obama’nın Kırım’ın ilhakı karşısında ekonomik yaptırımlar ve NATO müttefiklerini teskin etmekle yetinmesi Suriye’de ciddi risk almaktan kaçınan tavrını hatırlatıyor. İki krizde de Amerikan gücünün sınırlı olduğu ve uluslararası dengelerin kaderini tayin etmede tek belirleyici olmadığı noktasında bir ön kabul olduğunu görüyoruz. Obama yönetiminin asgari hedeflere odaklanan ve durumu idare etmeye çalışan tavrının adeta bir politikaya dönüştüğünü söyleyebiliriz.

Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı ve Ukrayna’da iç savaş ihtimalinin belirmesiyle Amerika’nın sertleşen retoriği bir müdahale olabilir mi sorularını gündeme getirdi. Amerika’nın müdahale edip etmeyeceği konusunda Suriye krizi öğretici bir değer taşıyor. Obama yönetimi aslında Suriye krizinin başından beri bölgesel çıkarlarının Suriye’ye müdahale etmesi gerektirdiği yönündeki baskılara istikrarlı bir biçimde direndi. Ukrayna krizinde Rusya’yı bedel ödetmekle tehdit edenAmerikan yönetimi, bu bedelleri büyük ölçüde ekonomik ve diplomatik yaptırımlarla sınırlandırdı. Obama yönetiminin Suriye ve Ukrayna krizlerindeki askeri yöntemlerden uzak duran yaklaşımının Irak ve Afganistan savaşları sonrasında kapsamlı bir dönüşüm geçiren ulusal güvenlik anlayışının bir yansıması olarak görebiliriz.

Obama yönetimi,11 Eylül saldırılarının Ortadoğu’daki demokrasi yoksunluğundan kaynaklandığı teşhisini yapanve bölgeye işgalle de olsa özgürlük ve demokrasi getirmeye çalışan Bush yönetiminin müdahaleci ulusal güvenlik anlayışından uzaklaştı. Amerikan ulusal güvenlik anlayışının yeniden biçimlendiği bu geçiş döneminde küresel liderlik iddiasının da biçimi ve sınırları itibariyle yeniden sorguladığına şahit oluyoruz. Amerika’nın gerilediği ve liderlik iddiasından vazgeçtiği eleştirilerine karşın yönetime yakın çevreler Amerika’nın gücünün sınırlı olduğu ve her istediğini yapmaya gücünün yetmeyeceği savını ileri sürüyor. Amerika’nın kendine biçtiği küresel rolü ve bu rolü oynamak için tercih edeceği dış politika araçlarını tartışmak içinde bulunduğumuz geçiş döneminde bu süper gücün bölgesel krizler karşısında nasıl bir tavır takınacağını öngörmemize yardımcı olacaktır.

Irak sendromu

Obama yönetiminin ve ulusal güvenlik elitlerinin Irak ve Afganistan işgallerinden çıkardığı en önemli dersin Amerika’nın ‘hayati ulusal çıkarları’ tehdit edilmedikçe askeri yöntemlere başvurulmaması gerektiği olduğunu söyleyebiliriz. Irak ve Afganistan’da rejimleri alaşağı etme konusunda çok zorluk yaşamayan ama bu ülkeleri ‘yeniden inşa’ etme noktasında neredeyse aşılamaz problemlerle karşılaşan ABD, yeni bir askeri maceradan uzak duruyor. Irak ve Afganistan’da 1 trilyon doları aşkın harcama yapan ve binlerce asker kaybeden ABD yönetimi, sonu askeri müdahaleye gidecek her tür politikadan kaçınıyor. Ancak Bush döneminin müdahaleci ve nizam veren dış politika anlayışından uzaklaşan Amerikan dış politikasının tecrit politikası gibi uç bir noktaya savrulma riski olduğunu söyleyebiliriz.

Amerika’nın gerilediği tartışmalarının yaşandığı bir dönemde, küresel liderlik iddiasını devam ettiren ama bunu farklı tanımlayan bir Obama yönetimiyle karşı karşıyayız. Amerikan liderliğini gerçekleştirmek için öncelikle içerde ekonomisini düzeltmesi gerektiği ve uluslararası alanda da müttefiklerinin daha fazla ellerini taşın altına koymaları gerektiğine vurgu yapan bir anlayış bu. Bir yandan Amerikan ordusunu daha hızlı ve kıvrak hale getirerek askeri bütçesini azaltmaya çalışan yönetim, öte yandan da ülkenin dünya siyasetinde tek belirleyici konumda olması gerektiğine de pek inanmıyor. Amerika’nın geçmişteki askeri müdahalelerinden önemli bir çıkar sağlamadığını aksine milli çıkarlarına karşı tehditlerin de arttığını savunanlar çoğunlukta. Amerika’nın liderlik yapma noktasındaki bu çekingenliği, Suriye ve Ukrayna gibi bölgesel krizlerde de kendini gösteriyor. Küresel bir gücün duruma vaziyet ediyor olmayışı birçok bilinmezi ve istikrarsızlığı da beraberinde getiriyor.

Ortadoğu on yıllarca Amerika gibi bir süper gücün önce Soğuk Savaş döneminde Rusya’yı dengelediği, sonrasında da tek güç olarak bölgesel dengeleri belirlediği dönemlerden geçti. Geleneksel olarak Ortadoğu’daki en önemli güç aslında bölgede toprağı olmamasına rağmen Amerika’ydı. Irak ve Afganistan işgalleri sonrasında ise Amerika bölgede artık aynı seviyede aktif olmak istemiyor. Bölgesel çıkarlarını önemsese de bu çıkarları asgari düzeyde tanımlayıp bunları elde etmek için ödemeyi göze aldığı maliyeti de düşük tutuyor. Uluslararası güvenliğin garantörü olmaktan yorulmuş bir Amerika’dan bile bahsetmek mümkün. Dolayısıyla ABD yönetimi gerek Avrupa gerek Ortadoğu’da bölgesel müttefiklerinin daha fazla yük altına girmesini talep ediyor. Suriye krizinde Türkiye’nin Ukrayna krizinde de Avrupa’nın daha fazla risk ve maliyet yüklenmesini beklemesini bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

Suriye’nin öğrettikleri

Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi karşısında ABD ve Avrupa ekonomik yaptırımlar dışında etkili bir strateji oluşturamadılar. ABD, NATO üyesi ülkelerin Ukrayna’da yaşanan istikrarsızlık ve iç savaş tehlikesi karşısında oluşan kaygılarının giderilmesine odaklanırken bir yandan da Rusya’ya karşı retoriğini sertleştirdi. NATO’ya üye ülkelerdeki askeri hareketlilik Ukrayna krizine müdahaleden ziyade krizin kuşatılması ve bölgesel etkisinin azaltılması bağlamında değerlendirilmeli. ABD’nin Rusya’yla askeri bir çatışmaya gidecek bir yola girmekten kaçınacağı aşikar. Amerika’nın Suriye politikasının seyrine bakacak olursak benzer bir Ukrayna politikası güdeceğini söyleyebiliriz.

Ukrayna krizi Putin’in Rusya’nın eski imparatorluk hayallerinden vazgeçmediği ve yeni bir soğuk savaşa doğru gidilebileceği tartışmalarını başlattı. Avrupa’nın Ukrayna’da yeterince dikkatli bir politika izlemeyerek Rusya’nın ekmeğine yağ sürdüğünü söyleyebiliriz. Rusya’nın da Batı’ya rest çekerek 2008’de Gürcistan krizinde yarattığı fiili durumun bir benzerini Kırım’ı ilhak ederek tekrarladığını görüyoruz. Batı Kırım’ın gidişini kabullenip Rusya’nın Doğu Ukrayna’ya ilerlemesini engellemek istiyor ancak bunun için Putin’in metotlarına karşılık verebilecek askeri tedbirler almaktan da kaçınıyor. Bu bağlamda Rusya’nın daha da cesaretlenmemesi için ciddi bir sebep görünmüyor. Ukrayna ordusunun Rusya ordusu karşısında hiçbir varlık gösteremeyeceği kesin ve muhtemel bir çatışmada Batı’nın NATO üyesi olmayan Ukrayna’yı savunmasını beklemek saflık olacaktır.

NATO’nun Rusya’ya karşı agresif bir tavır takınması durumunda Türkiye’yle Batı arasında görüş ayrılıkları çıkabilir ancak şu aşamada Batı’nın da Rusya’yla bir çatışmadan kaçınacağını öngörmek zor değil. Rusya’nın ABD’nin Suriye politikasından cesaret alarak Ukrayna’da daha agresif adımlar attığını söylemek mümkün. Obama yönetimi hem Ortadoğu’da hem dünyanın diğer bölgelerinde Amerika’ya ağır maliyet ödetecek maceralardan kaçınma konusunda kararlı. Putin’in de bunu çok iyi gördüğünü ve bir fırsata dönüştürdüğünü söyleyebiliriz.

ABD’nin gücünün sınırı

Başkan Obama, Suriye rejiminin kimyasal silah kullanması sonrasında Esad rejimini cezalandırmak için Kongre’den onay almaya yönelmişti. Obama’nın Kırım’ın ilhakı karşısında ekonomik yaptırımlar ve NATO müttefiklerini teskin etmekle yetinmesi Suriye’de ciddi risk almaktan kaçınan tavrını hatırlatıyor. İki krizde de Amerikan gücünün sınırlı olduğu ve uluslararası dengelerin kaderini tayin etmede tek belirleyici olmadığı noktasında bir ön kabul olduğunu görüyoruz. Bu tavrın diğer bölgesel meselelerde de izini sürmek mümkün. Örneğin bir yandan İsrail-Filistin görüşmelerinin çökmesini istemeyen Amerika’nın bir yandan da bu görüşmelerin başarıya ulaşması için büyük siyasi riskler almaktan kaçındığını söyleyebiliriz. Obama yönetiminin asgari hedeflere odaklanan ve durumu idare etmeye çalışan tavrının adeta bir politikaya dönüştüğünü söyleyebiliriz.

Amerika’nın kendi gücünün sınırlarının farkında olmaya çalışması ve buna uygun politikalar belirlemek istemesi anlaşılabilir. Ancak Amerika’nın birçok ciddi dış politika meselesinde kapsamlı ve sonuç almaya dönük bir politika geliştirmekten giderek uzaklaştığını görüyoruz. Mesela Suriye politikasının ülkenin kimyasal silahlardan arındırılması,  el-Kaide’yle mücadele ve çatışmanın bölgeye sıçramasının önlenmesinden ibaret olduğunu söylemek mümkün. Suriye krizinin sona erdirilmesi noktasında dört başı mamur bir Amerikan politikası görünmüyor. Obama yönetiminin Rusya’ya sert uyarılar yapmasına rağmen, Putin Ukrayna’nın doğusuna yönelik askeri bir operasyon yaparsa Amerika’nın cevabının askeri olmayacağı neredeyse kesin. Benzer şekilde, İsrail’in uzlaşmaz tavrı devam ederken barış görüşmeleri tamamen çökerse Amerikan yönetiminin ne yapacağı belli değil.

Ortadoğu ve Avrupa jeopolitiğinde Amerika’nın kendi liderliğini sorgulayan bir dönemden geçiyor olması bölgesel kriz anlarında ciddi boşluklar yaratıyor. Türkiye, Suriye konusunda müttefiki Amerika’yla kapsamlı bir politika geliştiremezken Avrupa Ukrayna konusunda Amerika’nın NATO öncülüğünde liderlik yapmasını bekliyor. Bir yandan Suudi Arabistan ana güvenlik garantörü ABD’nin İran’la anlaşması ihtimali karşısında endişeliyken, Mısır’daki darbe yönetimi Amerika’nın oldukça yumuşak telkinlerine aldırmaz bir görüntü veriyor. Amerika’nın tek süper güç olarak dünya liderliği fırsatını Irak işgaliyle heba etmiş olması, kısa ve orta vadede görece kararsız ve çekingen politikalar izlemesine yol açacak görünüyor. Amerika kendigücünün sınırlarını sorgulayıp müdahaleci bir tavırdan uzaklaşırken, dış politikada durumu kurtaran ama kapsamlı politikalar üretemeyen kararsız bir güç haline gelme riskini taşıyor.