Tag Archives: Amerika

Beyaz Amerika’nın hiddeti, ırkçılığın yükselişi ve Trump

Bu yazı ilk olarak 19 Ağustos 2017 tarihinde Star Açık Görüş’te yayınlanmıştır.

Charlottesville’de geçtiğimiz hafta sonu yaşananlar Amerika’da ırk meselesinin ciddi bir ana fay hattı olarak kalmaya devam ettiğini ve daha da derinleştiğini gösteriyor. Trump’ın başkan seçilmesi sonrasında gerek göçmenler gerekse Müslümanlar üzerinden verilen kültür savaşları ve kimlik siyasetinin Amerikan iç siyasetinde daha belirleyici hale geldiği ve ırkçılığı körüklediği açık. Ancak Charlottesville’i sadece aşırı ırkçı grupların şiddeti çerçevesinde tartışmak yüzeysel olacaktır. Başkan Trump’ın harekete geçirdiği Beyaz Amerika’nın hiddetinin ırkçı gruplardan bağımsız olarak pozitif bir ekonomik gündemle dönüştürerek sisteme entegre etmesi şu an için zor görünüyor. Şu ana kadar kendi tabanını memnun etmeye yönelik ve sert bir dil kullanan Trump’ın daha geniş kitlelerin desteğini alarak başarılı olması oldukça zor. Ayırımcı ve ırkçı tonları da olan ancak daha çok ekonomik eşitsizlik ve beyaz işçi sınıfının siyasi sisteme tepkisi üzerine oturan Beyaz Amerika’nın hiddetinin toplumsal şiddete mi dönüşeceği yoksa bir şekilde sisteme mi ekleneceği Trump’ın ve ulusalcı ekibinin performansına bağlı olacak. Trump Beyaz Amerika’nın hiddetiyle ırkçılık arasına kalın bir çizgi çekemezse Charlottesville örneğinde olduğu gibi yönetme kabiliyetini yitirecek.


Trump’ın Beyaz Saray’da ulusalcı-küreselci çekişmesi olarak tarif edilen ve aslında Cumhuriyetçi Parti’nin 2008’den beri parti tabanı ile parti elitleri arasındaki savaşın bir yansıması olan kavgayı yönetmesi kolay olmayacak. Trump önümüzdeki dönemde parti içindeki bu uçurumu kapatmayı başaramazsa kendi yarattığı canavarın kurbanı olabilir.


Ekonomik popülizm

2008 başkanlık seçimlerinde seçmeni en iyi okuyan ve kendini iktidara taşıyacak siyasi dalganın Irak savaşına karşıtlık olduğunu tespit eden Obama tarihi bir başarıya imza atarak Amerika’nın ilk siyahi başkanı olmuştu. 2016 seçimlerinde ise Trump’ı iktidara taşıyan ‘dip dalga’ 2008 ekonomik krizinin yarattığı sosyo-ekonomik realite ve bunun dönüştürerek harekete geçirdiği beyaz Amerika’nın sisteme karşı duyduğu memnuniyetsizlik ve buna bağlı olarak siyaset dışından bir aday istemesi oldu. 2008 krizi 1930’ların Büyük Buhranı sonrası ülkenin yaşadığı en büyük ekonomik kriz oldu. Finans sisteminin tamamen çökmesinin önüne geçilmesi adına dev finans kurumlarının iflası devlet sübvansiyonlarıyla engellenirken ve bu şekilde zengin elitler korunurken, orta ve alt sınıfların işlerini, evlerini ve birikimlerini kaybetmeleri toplumda genel olarak siyaset kurumuna karşı duyulan tepkinin derinleşmesine neden oldu.

‘Büyük Durgunluk’ tabir edilen krizi kucağında bulan Obama iktidarında ekonomik iyileşmenin çok yavaş ilerlemesi, Obama sağlık reformunun özellikle ‘küçük kasaba’ Amerikasında yarattığı memnuniyetsizlik, göçmenler ve ‘İslami radikalizm’ üzerinden verilen kültür savaşlarıyla birleşince siyasete karşı tepki ırkçı grupların kendilerini çok daha açık ifade edebilmelerine zemin hazırladı. Trump başkanlık kampanyası döneminde siyasete karşı duyulan hayal kırıklığı ve nefreti popülist ve ulusalcı bir dille kendisini başkanlığa taşıyacak bir itici güce dönüştürmeyi başardı. İlk önceliği ekonomik kaygılar olan geniş kitleler, Trump’ın göçmenler, azınlıklar ve Müslümanlara karşı söylemlerini görmezden gelmeyi tercih ettiler. Trump ne kadar siyasi gaf yaparsa yapsın puan kaybetmedi ve aksine rakiplerine karşı kullandığı aşağılayıcı dil geleneksel siyasetin parçası olan ‘siyasi doğruculuğun’ yıkılması olarak görüldü. Başkanlığı devraldığı Ocak ayından beri hızlı bir biçimde ‘Washington’la savaş’ modunda kampanya döneminde verdiği sözleri yerine getirmeye çalışan Trump, kimlik siyasetine girmekten ve kültür savaşlarının dozunu artırmaktan kaçınmadı. Bu bağlamda Charlottesville’de yaşananlar Trump’ın Beyaz Amerika’nın hiddetiyle ırkçılık arasındaki ayrımı yapabilmesi açısından en önemli testi oldu ancak bu sınavı veremedi.

Ulusalcı kanadın sonu mu?

Charlottesville’de yaşanan şiddet olayları ırkçı, Neo-Nazi ve beyaz üstünlüğünü savunan grupların Amerikan İç Savaş’ında güneyi temsil eden Konfederasyon ordusunun önemli isimlerinden General Robert E Lee’nin heykelinin indirilme kararını protesto etmek istemeleriyle başladı. Karşı protesto düzenleyen gruplarla çatışmaya girmekten çekinmeyen ırkçı gruplar siyasi yelpazenin hemen hemen bütün kesimlerinden kesin bir kınamayla karşılanırken Trump özellikle ilk gün yaptığı açıklamalarla ırkçı grupları kesin bir dille kınamadığı için eleştirildi. Pazartesi günü yaptığı ve prompter’dan okuduğu açıklamada kendisinden istenilen şekilde ırkçı grupları isim vererek kınasa da Trump’ın bu açıklamayı kerhen yaptığı algısı yaygındı. Sonrasında medyanın eleştirilerine Twitter’dan cevap veren Trump, bu algıyı doğrulamış oluyordu. Salı günü altyapı yatırımlarıyla ilgili olarak basının karşısına geçen Trump, kendini tutamayıp gazetecilerle ağız dalaşına girdi. Bu defa her iki tarafta da aşırılar olduğunu söylemekle kalmayıp ırkçı grupları savundu ve ABD’nin kurucuları Washington ve Jefferson’ı Konfederasyon liderlerine benzeterek büyük tepki çekti. Trump’ın ırkçı grupların mesajını ve şiddetini meşrulaştırmaya çalışması bu grupları Beyaz Amerika’nın hiddetinin bir tezahürü olarak gördüğünü ve ayrıştıramadığını gösteriyor.

Trump’ın başdanışmanı ve Beyaz Saray’daki ulusalcı ekibin başı Steve Bannon ırkçı grupların başkan üzerinde etkili olmasından sorumlu tutuluyordu ve görevden alınması sürpriz olmadı. Bannon 2008 ekonomik krizinin yarattığı ekonomik yıkımın beyaz alt sınıflarda oluşturduğu tepkiyi anlayan ve bunu başkanlık kampanyasının itici gücü haline getiren isim olarak öne çıkıyor. Beyaz Saray’dan önce yönettiği Breitbart haber sayfasının ‘alternatif beyaz’ tabir edilen aşırı ırkçı grupların platformu haline gelmesi Bannon’ın da ırkçı olarak suçlanmasına neden oluyor. Kendini (ırkçı değil) ekonomik ulusalcı olarak tanımlayan Bannon, küreselleşme karşıtı ‘önce Amerika’ sloganının mimarı olarak biliniyor. İzolasyonist bir dış politika isteyen Bannon, Amerikan askeri müdahalelerine karşı çıkıyor. Bannon günümüzün en büyük mücadelesinin ‘radikal İslam’ ile ‘Judeo-Hristiyan Batı’ arasındaki küresel çatışma olduğunu savunuyor. Bannon, ‘cihatçı İslami faşizmle açık bir savaş halindeyiz’ sözleriyle ifade ettiği medeniyetler çatışması tezi doğrultusunda Trump başkan olur olmaz uygulamaya konulan dokuz Müslüman ülkeye karşı seyahat yasağının da baş mimarı.

Kamuoyu desteğinde tarihin en düşük rakamlarını gören Trump’a Bannon’ın görevine son vererek ırkçı gruplardan uzaklaştığı sinyali vermesi yönündeki baskı had safhaya ulaşmış durumda. Başkan Trump’ın İç Güvenlik Bakanı John Kelly’yi Özel Kalem olarak ataması sonrasında asker kökenli ulusal güvenlik takımı daha ideolojik ulusalcı takım karşısında güçlendi. Bannon’ın da temsil ettiği ulusalcı grupları kaybetmek Trump’ın işine gelmese de Charlottesville olayları bardağı taşıran son damla oldu ve Kelly’nin Trump’ı ikna ederek Bannon’ı kovması asker kanadının zemin kazanması anlamına geliyor. Trump’ın Bannon’ı göndermesi ulusalcı kanadın Beyaz Saray’da temsil edilmeyeceği anlamına geliyor. Trump’ın mobilize ettiği ulusalcı ve ırkçı kitleleri kendi tarafında tutması bundan sonra oldukça zor olacak.

Kimlik siyaseti ve ırkçılık

Charlottesville performansıyla birçok kesimden yoğun tepki alan Trump’a desteğin ulusalcı olmayan kesimler arasında erimesi tehlikesi başkan için en önemli kaygılardan biri. Trump’ı sistemi ‘aksatması’ ve geleneksel siyasete darbe vurması için Washington’a gönderdiğini savunan kesimler şu ana kadar başkandan memnun. Ancak asıl ekonomik kaygılarla oy veren daha merkeze yakın kitlelerin ekonomik vaatlerin yerine getirilmemesi durumunda Trump’tan uzaklaşması kuvvetle muhtemel. Bu yüzden, bir yandan Rusya soruşturmasının baskısını hisseden bir yandan da Kongre’den istediği yasaları geçiremeyerek kendi partisiyle kavga eden Trump 2018 ara seçimlerinde partisinin ciddi oy kaybına yol açabilir.

Trump faktörü Amerikan iç politikasına yüksek oranda bir öngörülemezlik etkisi yapmış durumda. Trump kendisini başkanlığa taşıyan kızgınlığın enerjisini şu ana kadar kurumlarla kavga etmekle harcadı ve pozitif gündem oluşturamadı. Trump’ın yasama süreçlerinin gerektirdiği uzun soluklu stratejik planlamadan uzak kaotik yönetim tarzı Obama sağlık reformunun ilgası gibi en önemli vaatlerinden birine mal oldu. Beyaz Saray’daki yönetim krizi ve Trump’ın irticalen yönetme tarzı özellikle kriz zamanlarında Charlottesville gibi siyasi felaketlere yol açacaktır.

Trump’ın Beyaz Saray’da ulusalcı-küreselci çekişmesi olarak tarif edilen ve aslında Cumhuriyetçi Parti’nin 2008’den beri parti tabanı ile parti elitleri arasındaki savaşın bir yansıması olan kavgayı yönetmesi kolay olmayacak. Charlottesville krizinde görüldüğü gibi, parti tabanı daha çok Trump’ın tarafında yer alırken elitlerin çoğu başkanı isim vermeden ve bazıları da isim vererek eleştirdi. Trump önümüzdeki dönemde parti içindeki bu uçurumu kapatmayı başaramazsa kendi yarattığı canavarın kurbanı olabilir. Parti içindeki çelişkileri harmanlayıp iç çatışmaları pozitif bir ekonomik gündemle aşabilirse belki sonunda Trumpçılığın zaferini ilan etmemiz bile gerekebilir. Ancak başkanın Amerikan siyasetinin en derin fay hattı olan ırk meselesinde ırkçıların yanında durarak gösterdiği başarısız performansın unutulması mümkün olmayacak. Kampanya döneminde harekete geçirdiği Beyaz Amerika’nın hiddetinin ırkçılığın yükselişi olarak tezahür etmesi, tabanın tepkisinin ekonomik eşitsizliğin aşılmasını sağlamaktan ziyade şiddet, kimlik siyaseti ve kültür savaşlarına yol açacağı anlamına geliyor.

kadirustun@setadc.org

Putin’in Suriye’ye Müdahalesi ve Amerikan Politikasının Geleceği

Bu analiz 10 Ekim 2015 tarihinde Star Açık Görüş‘te yayınlanmıştır.

Rusya’nın Suriye’ye müdahalesinin Akdeniz ve Ortadoğu’daki stratejik varlığını pekiştirmeyi ve genişletmeyi amaçlayan bir hamle olduğu açık.

Rusya’nın Suriye’ye müdahalesinin Akdeniz ve Ortadoğu’daki stratejik varlığını pekiştirmeyi ve genişletmeyi amaçlayan bir hamle olduğu açık. Rusya Arap baharının başından beri otokratik rejimlere başkaldırılara mesafeli durmayı tercih etmişti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde verdiği oyla Libya’da Batı’nın müdahalesine giden yolu açan Rusya, umduğu gibi petrol fiyatlarının artmasıyla görece kazanımlar sağlamıştı. Batı’nın Libya’da muhtemelen bir bataklığa saplanacağını hesaplayan Rusya, bu hesabı tutmayınca Libya müdahalesinin hukuksuz olduğunu söyleyerek geriye dönük olarak eleştirmeye başladı. Amerika’nın Güvenlik Konseyi kararını rejim değişikliği için manipüle ettiğini iddia eden Rusya’nın bundan sonra Batı yanlısı rejim değişikliğine rıza göstermeyen ve otokratik rejimlerin yanında duran tavrının netleştiğini gördük. Bu anlamda Rusya Arap Baharı süreciyle başlayan ayaklanmalarda karşı-devrimin tarafında yer alarak eski rejimlerin destekçisi oldu. Rusya en son Suriye’ye yaptığı müdahaleyle bir yandan bölgesel stratejik hedefleri için zemin kazanırken bir yandan da rejim değişikliği dalgasını kırarak otokratik rejimlerin bekasını sağlamayı hedefliyor. Continue reading Putin’in Suriye’ye Müdahalesi ve Amerikan Politikasının Geleceği

Türk-Amerikan İlişkilerinde İncirlik, DAEŞ ve PKK

Türkiye Suruç saldırısının ardından DAEŞ’e karşı koalisyonda daha aktif rol alma kararı aldı. Türkiye ve Amerika İncirlik’in Amerikan hava kuvvetleri tarafından kullanılması ve kuzey Suriye’de DAEŞ’den arındırılmış bir bölge oluşturulması konularında anlaşmaya vardı.

Anlaşmanın detayları hakkında çok fazla bilgi olmasa da bölgenin Suriyeli ılımlı muhalefetin önünü açarak DAEŞ’in geriletilmesine yönelik olduğu ve ayrıca PYD’nin hareket alanını Arap ve Türkmenler aleyhine genişletme çabalarının engellenmesinin hedeflendiği anlaşılıyor. Ancak Türkiye’yle ABD’nin anlaşmasına rağmen, yapılan analiz ve yorumlarda Türkiye’nin İncirlik karşılığında asıl derdi olan Kürtlere saldırdığı temasının hâkim olduğunu görüyoruz. Ayrıca AK Parti’nin milliyetçi bir dalga yaratarak erken seçimlerde tek başına iktidar olmayı hedeflediği yorumları da revaçta. Türkiye’nin DAEŞ’e karşı mücadelede daha fazla rol oynaması genel olarak memnuniyetle karşılanırken, PKK operasyonlarına şüpheyle yaklaşılması aslında Obama yönetiminin DAEŞ stratejisinin eksikliklerine işaret ediyor. Amerikan yönetimi DAEŞ’e karşı mücadelesinde Türkiye gibi müttefikleriyle kapsamlı bir strateji oluşturmaktansa PYD gibi yerel aktörlerle işbirliği yaparak DAEŞ’i geriletmeye çalışıyor. Bu stratejinin Amerikan kamuoyuna yansıması da bölgede DAEŞ’le mücadele eden tek seküler gücün ‘Kürtler’ olduğu şeklinde. Türkiye’nin PKK operasyonlarına yapılan eleştirileri bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Continue reading Türk-Amerikan İlişkilerinde İncirlik, DAEŞ ve PKK

Siyah Beyaz Gettolar ve Ferguson

Bu analiz 24 Ağustos 2014 tarihinde Açık Görüş‘te yayınlanmıştır.

Son iki haftadır Ferguson, Missouri’de yaşananlar Amerika’nın hala ırkçılık ve ayrımcılığın üstesinden gelemediğini bir kez daha gözler önüne serdi. Irka dayalı ayrımcılığın anayasal suç haline getirilmesinin üzerinden onlarca yıl geçmesine ve bu konuda oldukça hassas bir kurumsal yapı oluşturulmasına rağmen gerçek hayatta ırkçılık ve ayrımcılığın canlı ve güçlü bir biçimde devam ettiğini görüyoruz. Ancak Ferguson olaylarını beyaz polislerin siyahlara karşı ırkçılık yapmalarına karşı bir ayaklanma olduğuna indirgemek yanlış olacaktır. Konunun köleliğin harap ettiği aile yapısı ve gettolaşma gibi sosyo-ekonomik yönleriyle yerel polis teşkilatlarının 11 Eylül’den beri giderek askerileşmesi gibi güvenlik boyutlarını tartışmadan anlaşılması mümkün olmayacaktır.

Amerika’da 1860’larda köleliğin kaldırılması sonrasında birçok güney eyaletinde ayrımcılık yasal bir biçimde devam etmişti. 1960’larda Hippi Hareketi, savaş karşıtı ve ırk ayrımcılığı karşıtı hareketlerin ortak muhalefeti sonucunda zencilere karşı ayrımcılığı federal suç haline gelmişti. Eyalet bazında uygulanan kurumsal ayrımcılığın Anayasa Mahkemesi tarafından anayasaya aykırı bulunması Amerika’da ırkçılığın engellenmesinde ve ırk meselesinin aşılmasında en önemli dönüm noktalarından birini teşkil etmişti. Ancak son yarım asırdır Amerika’nın hem kölelik hem de ayrımcılık tarihinin sosyal, ekonomik ve ideolojik mirasıyla boğuşmaya devam ettiğini görüyoruz.

Kölelik döneminin bugünlere kadar yansıyan en önemli sonuçlarından birisinin siyahi kültürde aile kurumunun zayıflığı ve parçalanmışlığı olduğunu söyleyebiliriz. Erkek kölelerin kendi ailelerini kuramamaları ve beyaz efendilerin kadın kölelerle kurduğu ilişkilerde doğan melez çocukların köle olarak alınıp satılması zenci nüfusun aile yapısının güçlü olmasına izin vermemişti. Kurumsal ayrımcılık döneminde ise siyahi vatandaşlar birçok güney eyaletinde ikinci sınıf vatandaş olarak muamele görerek ayırımcılığa maruz kalmışlardı. Kamusal alanda beyazlarla aynı mekanları kullanmalarına izin verilmemiş sivil hakları da tanınmamıştı. Endüstriyel olarak daha gelişmiş kuzey eyaletlerinde resmi ayrımcılıkla muhatap olmasalar da ekonomik olarak beyaz nüfusun daha gerisinde kalmaya devam etmişlerdir.

Şehir varoşlarında gettolaşmaya itilen siyahi vatandaşlar, şehir merkezlerinde daha fazla görünür haldedirler. Ancak New York, Şikago ve Washington DC gibi şehirlerde yoğunlaşan siyahi nüfus toplumun diğer kesimleriyle daha entegre görünse de bu şehirlerde gettolaşmanın önüne geçilememiştir. Başkan Clinton zamanında Harlem gibi gettolara ciddi ekonomik yatırımlar yapılarak siyahi nüfusun ekonomik durumunda iyileşmeler sağlansa da ülke genelinde siyahların refah düzeyi beyazların gerisinde kalmıştır. Fırsat eşitliğini keskin bir biçimde koruyan ve destekleyen federal yasalara rağmen aynı eğitim ve tecrübeye sahip bir siyah vatandaşla beyaz vatandaş arasında işe alınma oranları ve maaş düzeylerine bakıldığında siyahlar aleyhine ciddi bir dengesizlik görülmektedir. Her ekonomik krizde yoksulluk ve sefalet oranları siyah nüfus arasında beyazlara göre çok daha fazla olmuştur. Siyahlar arasında evsizlik, işsizlik, uyuşturucu kullanımı, AIDS ve suç işleme oranları eskiden beri beyazlardan daha yüksek olagelmiştir. 2008 ekonomik krizi sonrasında da bu oranlar daha da kötüleşmiş ve siyahi nüfus krizden daha fazla zarar görmüştür.

Seçkinleştirme süreci

Amerika’nın büyük şehirlerinde seçkinleştirme (gentrification) süreci büyük şehir merkezlerini alt sınıfların ve özellikle siyahların aleyhinde dönüştürmeye devam etmektedir. Büyük şirketler ve bankaların mekan ve ofis ihtiyaçları küçük ve orta seviye esnafın aleyhine kiraları artırmış ve alt ve orta sınıfın büyük şehirlerde yaşamasını zorlaştırmaktadır. Barınma masraflarının artmasıyla beyaz alt ve orta sınıf vatandaşlar siyahların yoğunlukta yaşadığı ve nispeten ucuz mahallelere yönelmişlerdir. Şehir merkezlerinin gitgide pahalanması sonucu birçok küçük esnafın yerini büyük zincirlerin şubeleri almaya başlamıştır. Siyahi vatandaşları adeta şehrin varoşlarına sıkıştırıp gettolaşmayı artıran bu süreç özellikle refah seviyesi yüksek semtlerin ‘beyazlaşmasına’ ve ‘fiili’ ayırımcılığın derinleşmesine yol açmıştır. Buna paralel olarak şehir dışında yaşayan beyazlar kendi banliyölerini ve adeta kurtarılmış bölgelerini (gated community) oluştururken siyahlar da kendi semtlerini oluşturmak durumunda kalmışlardır. Ferguson da bu süreçlerin sonunda oluşan siyahi nüfusun ağırlıkta olduğu, yoksulluk ve sefaletin yüksek olduğu, Missouri eyaletinin seçkin bölgelerinden adeta yalıtılmış şehirlerinden biridir.

Yoksulluğun yüksek olduğu ve eğitim seviyesinin düşük olduğu birçok beyaz gettonun da olduğunu ifade etmek gerekir. Ancak siyahi gettolarda veya banliyölerde yaşayan halkın güvenlik birimleri ve yerel yönetimle ilişkileri beyaz gettolara ve banliyölere nazaran çok daha sorunludur. Örneğin siyahi vatandaşların trafikte durdurulma ve tutuklanma oranları beyazlara göre çok daha yüksektir. Siyahların tutuklanma ve hapsedilme oranları beyazlara göre karşılaştırma kabul etmeyecek düzeyde yüksektir. Gündelik hayat içerisinde örneklerine sıkça rastlanan ‘görünmeyen’ ırkçılık siyahi vatandaşlarla güvenlik güçleri arasında derin bir güvensizliğin oluşmasına yol açmıştır. Bu bağlamda periyodik olarak örneklerine rastladığımız beyaz güvenlik güçlerinin siyahi vatandaşlara karşı orantısız güç kullanımı vakaları rutinleşmiştir.

2008’de Amerika’nın ilk siyahi başkanını seçmiş olması bu sosyo-ekonomik gerçekliklerin ortadan kalktığı yanılgısına yol açmamalıdır. Başkan Bill Clinton, başkanlık döneminde siyahi toplulukların yoksulluktan çıkarılması konusunda gösterdiği çabalar yüzünden aslında ‘ilk siyah başkan’ olarak tanımlanmıştı. Bu noktada Obama’nın siyahiler için özel bir çaba göstermediği ve ırk meselesini gündeme getirmediği eleştirilerini de hatırlamakta fayda var. Ancak ulusal siyasette siyahilerin en üst seviyelere kadar çıkmış olmasının çok uzun bir tarihsel sürecin ürettiği ayrımcılık ve ırkçılığı engellemeye yetmeyeceğini kabul etmek gerekir. Ferguson olaylarında bir kez daha açığa çıkan ve on yıllardan beri süregelen siyah nüfus aleyhine oturuşmuş sosyo-ekonomik eşitsizliklerin giderilememesi bu tür olayların tekrarlanacağını neredeyse garantilemektedir.

Amerika’da ırk meselesi

Konunun Amerikan iç güvenlik anlayışını ilgilendiren önemli bir yönü de 11 Eylül olayları sonrasında eyalet ve federal hükümet güvenlik birimlerinin aşırı bir biçimde askerileşmesi meselesidir. Amerika’nın federal yapısı dolayısıyla yekpare bir iç güvenlik politikasına sahip olmaması dolayısıyla, eyaletler arasında çok ciddi farklar bulunmaktadır. 11 Eylül sonrası güçlenen ve Afganistan ve Irak işgalleriyle de derinleşen güvenlikçi anlayış, ekonominin en önemli motorlarından biri olan savunma sanayisinin de çıkarları doğrultusunda bütün ülkeye sirayet etmiştir. Amerikan ordusunun artık işine yaramayan eski teknolojiyle üretilmiş teçhizatını birçok eyalete bağışlaması da bu süreci desteklemiştir. Ferguson polisinin adeta savaş halinde bir orduyu andıran görüntüleri de bu sürecin bir sonucu. Irkçılık ve ayrımcılığın daha fazla olduğu eyaletlerde polisin askerileşmesi zaten ‘potansiyel suçlu’ görülen siyahi vatandaşların güvenlikçi politikaların ürettiği şiddetten daha fazla nasiplenmesine neden olmaktadır.

Michael Brown’un cesedinin saatlerce sokakta bırakılmasının yarattığı infial sonrasında ezici bir çoğunluğu beyaz olan Ferguson polisinin göstericilere orantısız şiddet kullanması ve sonrasında olağanüstü hal ilanına varana kadar yaşananlar ülkenin belki de en kırılgan fay hattı olan ırk meselesini tekrar gündeme getirdi. 1991’de Los Angeles’ta Rodney King beş polis tarafından ölümüne dövülmüş ve sonrasında mahkemede kurtulmuşlardı. Bunun sonucu olarak çıkan isyanlarda 53 kişi ölmüş 2000 kişi yaralanmıştı. Ferguson sonrası yükselen tansiyonun o günlere benzer bir seviyeye çıkması beklenmese de ırkçılık ve ayrımcılık Amerika’nın adeta yavaş kanayan yarası olmaya devam ediyor. İstatistikler, 2005-2012 arasında her hafta iki defa siyahi bir vatandaşın beyaz polisler tarafından vurulduğunu gösteriyor. Günlük hayatta rutinleşen ayrımcılık ve ırkçılık, siyahi vatandaşların güvenlik güçlerine ve hukuk düzenine güvenlerini de gitgide aşındırıyor.

Vatandaşların bireysel özgürlüklerinin korunması konusunda son derece ısrarcı olan Amerikan özgürlük ideolojisinin önemli bir paradoksu da içinde barındırdığını belirtmek gerekir. Bireysel özgürlüklerin mutlak korunması adına kamusal alana tecavüz eden örgütlü hareketlere müsamaha göstermeyen güvenlikçi bir anlayış gelişmiştir. Bu bağlamda genel olarak refah düzeyi yüksek ve beyaz kesimlerin lehine dizayn edilmiş kamusal düzenin mesele siyahların bireysel hak ve özgürlüklerine geldiğinde baskıcı ve yok edici bir karaktere bürünebildiğini görüyoruz.

Ferguson olayları, Amerika’da ırk ve sınıf sorunlarının birbirinden ayrılamayacağını ve yalnızca belli yasal düzenlemelerle ırkçılık ve fiili ayırımcılığın engellenemeyeceğini bir kez daha gösterdi. Siyasi liderlerin özel çaba sarf edip ırkçılık ve ayrımcılığı üreten ve perçinleyen sosyo-ekonomik realiteler, güvenlik politikaları ve ideolojik önyargılarla mücadele etmesi gerekiyor. Başkan Obama siyahi ilk başkan olmasına rağmen siyahların başkanı damgasını yememek için bu konuda keskin bir tavır almaktan kaçınırken, siyahi bir başkanın siyahların haklarını savunmaktan kaçınmak zorunda olması da Amerika’nın önemli paradokslarından birini teşkil ediyor.

Suriye’den Ukrayna’ya Amerikan Liderliği

Bu analiz 20 Nisan 2014 tarihinde Star Açık Görüş’te yayınlanmıştır.

Obama’nın Kırım’ın ilhakı karşısında ekonomik yaptırımlar ve NATO müttefiklerini teskin etmekle yetinmesi Suriye’de ciddi risk almaktan kaçınan tavrını hatırlatıyor. İki krizde de Amerikan gücünün sınırlı olduğu ve uluslararası dengelerin kaderini tayin etmede tek belirleyici olmadığı noktasında bir ön kabul olduğunu görüyoruz. Obama yönetiminin asgari hedeflere odaklanan ve durumu idare etmeye çalışan tavrının adeta bir politikaya dönüştüğünü söyleyebiliriz.

Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı ve Ukrayna’da iç savaş ihtimalinin belirmesiyle Amerika’nın sertleşen retoriği bir müdahale olabilir mi sorularını gündeme getirdi. Amerika’nın müdahale edip etmeyeceği konusunda Suriye krizi öğretici bir değer taşıyor. Obama yönetimi aslında Suriye krizinin başından beri bölgesel çıkarlarının Suriye’ye müdahale etmesi gerektirdiği yönündeki baskılara istikrarlı bir biçimde direndi. Ukrayna krizinde Rusya’yı bedel ödetmekle tehdit edenAmerikan yönetimi, bu bedelleri büyük ölçüde ekonomik ve diplomatik yaptırımlarla sınırlandırdı. Obama yönetiminin Suriye ve Ukrayna krizlerindeki askeri yöntemlerden uzak duran yaklaşımının Irak ve Afganistan savaşları sonrasında kapsamlı bir dönüşüm geçiren ulusal güvenlik anlayışının bir yansıması olarak görebiliriz.

Obama yönetimi,11 Eylül saldırılarının Ortadoğu’daki demokrasi yoksunluğundan kaynaklandığı teşhisini yapanve bölgeye işgalle de olsa özgürlük ve demokrasi getirmeye çalışan Bush yönetiminin müdahaleci ulusal güvenlik anlayışından uzaklaştı. Amerikan ulusal güvenlik anlayışının yeniden biçimlendiği bu geçiş döneminde küresel liderlik iddiasının da biçimi ve sınırları itibariyle yeniden sorguladığına şahit oluyoruz. Amerika’nın gerilediği ve liderlik iddiasından vazgeçtiği eleştirilerine karşın yönetime yakın çevreler Amerika’nın gücünün sınırlı olduğu ve her istediğini yapmaya gücünün yetmeyeceği savını ileri sürüyor. Amerika’nın kendine biçtiği küresel rolü ve bu rolü oynamak için tercih edeceği dış politika araçlarını tartışmak içinde bulunduğumuz geçiş döneminde bu süper gücün bölgesel krizler karşısında nasıl bir tavır takınacağını öngörmemize yardımcı olacaktır.

Irak sendromu

Obama yönetiminin ve ulusal güvenlik elitlerinin Irak ve Afganistan işgallerinden çıkardığı en önemli dersin Amerika’nın ‘hayati ulusal çıkarları’ tehdit edilmedikçe askeri yöntemlere başvurulmaması gerektiği olduğunu söyleyebiliriz. Irak ve Afganistan’da rejimleri alaşağı etme konusunda çok zorluk yaşamayan ama bu ülkeleri ‘yeniden inşa’ etme noktasında neredeyse aşılamaz problemlerle karşılaşan ABD, yeni bir askeri maceradan uzak duruyor. Irak ve Afganistan’da 1 trilyon doları aşkın harcama yapan ve binlerce asker kaybeden ABD yönetimi, sonu askeri müdahaleye gidecek her tür politikadan kaçınıyor. Ancak Bush döneminin müdahaleci ve nizam veren dış politika anlayışından uzaklaşan Amerikan dış politikasının tecrit politikası gibi uç bir noktaya savrulma riski olduğunu söyleyebiliriz.

Amerika’nın gerilediği tartışmalarının yaşandığı bir dönemde, küresel liderlik iddiasını devam ettiren ama bunu farklı tanımlayan bir Obama yönetimiyle karşı karşıyayız. Amerikan liderliğini gerçekleştirmek için öncelikle içerde ekonomisini düzeltmesi gerektiği ve uluslararası alanda da müttefiklerinin daha fazla ellerini taşın altına koymaları gerektiğine vurgu yapan bir anlayış bu. Bir yandan Amerikan ordusunu daha hızlı ve kıvrak hale getirerek askeri bütçesini azaltmaya çalışan yönetim, öte yandan da ülkenin dünya siyasetinde tek belirleyici konumda olması gerektiğine de pek inanmıyor. Amerika’nın geçmişteki askeri müdahalelerinden önemli bir çıkar sağlamadığını aksine milli çıkarlarına karşı tehditlerin de arttığını savunanlar çoğunlukta. Amerika’nın liderlik yapma noktasındaki bu çekingenliği, Suriye ve Ukrayna gibi bölgesel krizlerde de kendini gösteriyor. Küresel bir gücün duruma vaziyet ediyor olmayışı birçok bilinmezi ve istikrarsızlığı da beraberinde getiriyor.

Ortadoğu on yıllarca Amerika gibi bir süper gücün önce Soğuk Savaş döneminde Rusya’yı dengelediği, sonrasında da tek güç olarak bölgesel dengeleri belirlediği dönemlerden geçti. Geleneksel olarak Ortadoğu’daki en önemli güç aslında bölgede toprağı olmamasına rağmen Amerika’ydı. Irak ve Afganistan işgalleri sonrasında ise Amerika bölgede artık aynı seviyede aktif olmak istemiyor. Bölgesel çıkarlarını önemsese de bu çıkarları asgari düzeyde tanımlayıp bunları elde etmek için ödemeyi göze aldığı maliyeti de düşük tutuyor. Uluslararası güvenliğin garantörü olmaktan yorulmuş bir Amerika’dan bile bahsetmek mümkün. Dolayısıyla ABD yönetimi gerek Avrupa gerek Ortadoğu’da bölgesel müttefiklerinin daha fazla yük altına girmesini talep ediyor. Suriye krizinde Türkiye’nin Ukrayna krizinde de Avrupa’nın daha fazla risk ve maliyet yüklenmesini beklemesini bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

Suriye’nin öğrettikleri

Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi karşısında ABD ve Avrupa ekonomik yaptırımlar dışında etkili bir strateji oluşturamadılar. ABD, NATO üyesi ülkelerin Ukrayna’da yaşanan istikrarsızlık ve iç savaş tehlikesi karşısında oluşan kaygılarının giderilmesine odaklanırken bir yandan da Rusya’ya karşı retoriğini sertleştirdi. NATO’ya üye ülkelerdeki askeri hareketlilik Ukrayna krizine müdahaleden ziyade krizin kuşatılması ve bölgesel etkisinin azaltılması bağlamında değerlendirilmeli. ABD’nin Rusya’yla askeri bir çatışmaya gidecek bir yola girmekten kaçınacağı aşikar. Amerika’nın Suriye politikasının seyrine bakacak olursak benzer bir Ukrayna politikası güdeceğini söyleyebiliriz.

Ukrayna krizi Putin’in Rusya’nın eski imparatorluk hayallerinden vazgeçmediği ve yeni bir soğuk savaşa doğru gidilebileceği tartışmalarını başlattı. Avrupa’nın Ukrayna’da yeterince dikkatli bir politika izlemeyerek Rusya’nın ekmeğine yağ sürdüğünü söyleyebiliriz. Rusya’nın da Batı’ya rest çekerek 2008’de Gürcistan krizinde yarattığı fiili durumun bir benzerini Kırım’ı ilhak ederek tekrarladığını görüyoruz. Batı Kırım’ın gidişini kabullenip Rusya’nın Doğu Ukrayna’ya ilerlemesini engellemek istiyor ancak bunun için Putin’in metotlarına karşılık verebilecek askeri tedbirler almaktan da kaçınıyor. Bu bağlamda Rusya’nın daha da cesaretlenmemesi için ciddi bir sebep görünmüyor. Ukrayna ordusunun Rusya ordusu karşısında hiçbir varlık gösteremeyeceği kesin ve muhtemel bir çatışmada Batı’nın NATO üyesi olmayan Ukrayna’yı savunmasını beklemek saflık olacaktır.

NATO’nun Rusya’ya karşı agresif bir tavır takınması durumunda Türkiye’yle Batı arasında görüş ayrılıkları çıkabilir ancak şu aşamada Batı’nın da Rusya’yla bir çatışmadan kaçınacağını öngörmek zor değil. Rusya’nın ABD’nin Suriye politikasından cesaret alarak Ukrayna’da daha agresif adımlar attığını söylemek mümkün. Obama yönetimi hem Ortadoğu’da hem dünyanın diğer bölgelerinde Amerika’ya ağır maliyet ödetecek maceralardan kaçınma konusunda kararlı. Putin’in de bunu çok iyi gördüğünü ve bir fırsata dönüştürdüğünü söyleyebiliriz.

ABD’nin gücünün sınırı

Başkan Obama, Suriye rejiminin kimyasal silah kullanması sonrasında Esad rejimini cezalandırmak için Kongre’den onay almaya yönelmişti. Obama’nın Kırım’ın ilhakı karşısında ekonomik yaptırımlar ve NATO müttefiklerini teskin etmekle yetinmesi Suriye’de ciddi risk almaktan kaçınan tavrını hatırlatıyor. İki krizde de Amerikan gücünün sınırlı olduğu ve uluslararası dengelerin kaderini tayin etmede tek belirleyici olmadığı noktasında bir ön kabul olduğunu görüyoruz. Bu tavrın diğer bölgesel meselelerde de izini sürmek mümkün. Örneğin bir yandan İsrail-Filistin görüşmelerinin çökmesini istemeyen Amerika’nın bir yandan da bu görüşmelerin başarıya ulaşması için büyük siyasi riskler almaktan kaçındığını söyleyebiliriz. Obama yönetiminin asgari hedeflere odaklanan ve durumu idare etmeye çalışan tavrının adeta bir politikaya dönüştüğünü söyleyebiliriz.

Amerika’nın kendi gücünün sınırlarının farkında olmaya çalışması ve buna uygun politikalar belirlemek istemesi anlaşılabilir. Ancak Amerika’nın birçok ciddi dış politika meselesinde kapsamlı ve sonuç almaya dönük bir politika geliştirmekten giderek uzaklaştığını görüyoruz. Mesela Suriye politikasının ülkenin kimyasal silahlardan arındırılması,  el-Kaide’yle mücadele ve çatışmanın bölgeye sıçramasının önlenmesinden ibaret olduğunu söylemek mümkün. Suriye krizinin sona erdirilmesi noktasında dört başı mamur bir Amerikan politikası görünmüyor. Obama yönetiminin Rusya’ya sert uyarılar yapmasına rağmen, Putin Ukrayna’nın doğusuna yönelik askeri bir operasyon yaparsa Amerika’nın cevabının askeri olmayacağı neredeyse kesin. Benzer şekilde, İsrail’in uzlaşmaz tavrı devam ederken barış görüşmeleri tamamen çökerse Amerikan yönetiminin ne yapacağı belli değil.

Ortadoğu ve Avrupa jeopolitiğinde Amerika’nın kendi liderliğini sorgulayan bir dönemden geçiyor olması bölgesel kriz anlarında ciddi boşluklar yaratıyor. Türkiye, Suriye konusunda müttefiki Amerika’yla kapsamlı bir politika geliştiremezken Avrupa Ukrayna konusunda Amerika’nın NATO öncülüğünde liderlik yapmasını bekliyor. Bir yandan Suudi Arabistan ana güvenlik garantörü ABD’nin İran’la anlaşması ihtimali karşısında endişeliyken, Mısır’daki darbe yönetimi Amerika’nın oldukça yumuşak telkinlerine aldırmaz bir görüntü veriyor. Amerika’nın tek süper güç olarak dünya liderliği fırsatını Irak işgaliyle heba etmiş olması, kısa ve orta vadede görece kararsız ve çekingen politikalar izlemesine yol açacak görünüyor. Amerika kendigücünün sınırlarını sorgulayıp müdahaleci bir tavırdan uzaklaşırken, dış politikada durumu kurtaran ama kapsamlı politikalar üretemeyen kararsız bir güç haline gelme riskini taşıyor.