Category Archives: Foreign Policy

Kadir Ustun Quoted in Foreign Policy

Kadir Ustun Quoted in Foreign Policy in an article by Kate Brennan on August 28, 2014.

While Washington focuses on when the United States might begin bombing Islamic State targets in Syria, another town in Iraq has the U.S. military’s attention.

The Islamic State has besieged Amerli, home to at least 13,000 Shiite Turkmen, since June 15. With militants surrounding the town, fears are growing that Amerli could be overrun and its residents slaughtered. In the meantime, inhabitants don’t have enough food or water and face “a complete absence of medical services,” according to the United Nations, which has implored the international community to intervene.

“The situation of the people in Amerli is desperate and demands immediate action to prevent the possible massacre of its citizens,” Nickolay Mladenov, the head of the U.N. Assistance Mission in Iraq, said Aug. 23.

The United States has not launched airstrikes or begun humanitarian airdrops there. However, Iraqi warplanesreportedly started bombing the area Tuesday while Iraqi forces, aided by Shiite militias, are preparing to launch a counteroffensive to break the Islamic State’s siege.

“We’re focused on reviewing options to assess how we can best help alleviate the situation in Amerli,” State Department spokeswoman Jen Psaki said Thursday. “Our embassy and military personnel at our joint operation centers in Iraq are already working closely with the Iraqi government to share information and discuss ways to provide relief to those in need, and certainly we’re having ongoing internal discussions as well.”

A senior defense official told Foreign Policy that the Pentagon is monitoring the situation and ready to assist, if needed.

Local fighters have seen U.S. warplanes and drones flying over the besieged town for days but not striking, said Hayder al-Khoei, an expert on Iraq at Chatham House, a policy institute based in London.

“They are expecting a push tonight or tomorrow morning from the Iraqi security forces and Shia militias to break the siege; but they are extremely tired and there has been very limited humanitarian relief,” Khoei told Foreign Policy on Thursday after speaking to local fighters on the ground. Iraqi security forces are progressing toward Amerli but the Islamic State still completely surrounds the town, Khoei said.

The Obama administration on Tuesday was “nearing a decision to authorize airstrikes and airdrops of food and water,” according to the New York Times, but had yet to act by Thursday afternoon. In contrast, the Obama administration moved quickly earlier this month to save thousands of Iraq’s Yazidi community trapped on Mount Sinjar, driven there by the Islamic State.

“There is an opportunity to act and some would say a moral obligation to do so, but what are the criteria for times we act? The number of deaths? How sophisticated the media strategy is by the people on the receiving end?” asked Jon Alterman, a senior vice president at the Center for Strategic and International Studies.

Without a clear strategy for fighting the Islamic State in Iraq, the pressure for the United States to respond to the day’s headlines and images will continue, he said.

“It’s time to make choices about what we’re going to do. What is important? What is vital? What’s intolerable?” Alterman asked.

The U.S. military’s current mandate is limited to protecting U.S. personnel and facilities, supporting Iraqi security forces and Kurdish defense operations, and assisting humanitarian efforts. It has bombed to protect U.S. personnel and facilities in Erbil, the capital of the semi-autonomous Kurdish region; to save the Yazidi community on Mount Sinjar; and to retake the Mosul Dam from the Islamic State.

U.S. airstrikes continued on Thursday in the vicinity of the Mosul Dam, according to U.S. Central Command. From Aug. 8 through Aug. 28, U.S. planes conducted 106 airstrikes across Iraq, two-thirds of which were near the Mosul Dam.

President Barack Obama touted the effect of the American airstrikes on Thursday, saying they had caused the Islamic State to lose arms, equipment, and territory. But he also tamped down expectations for further interventions.

“Where we see an opportunity that allows us with very modest risk to help the humanitarian situation there, as we did in Sinjar Mountain, we will take those opportunities after having consulted with Congress,” Obama said during a briefing at the White House. “But our core priority right now is just to make sure that our folks are safe and to do an effective assessment of Iraqi and Kurdish capabilities.”

Kadir Ustun, research director at the SETA Foundation, a Washington, D.C., think tank focused on Turkey and U.S.-Turkey relations, said that the United States and its allies, including the Iraqi government, will have to focus in the immediate term on saving these pockets of vulnerable people and protecting critical assets.

But “a whack-a-mole strategy is not going to solve the problem” that’s been created by the rise of the Islamic State, he added.

For now the fate of the residents of Amerli lies in the hands of Iraqi forces — and the Islamic State.

“Like the Yazidis of Sinjar, the Turkmen of Amerli will be slaughtered if no one comes to their rescue,” Khoei said.

Siyah Beyaz Gettolar ve Ferguson

Bu analiz 24 Ağustos 2014 tarihinde Açık Görüş‘te yayınlanmıştır.

Son iki haftadır Ferguson, Missouri’de yaşananlar Amerika’nın hala ırkçılık ve ayrımcılığın üstesinden gelemediğini bir kez daha gözler önüne serdi. Irka dayalı ayrımcılığın anayasal suç haline getirilmesinin üzerinden onlarca yıl geçmesine ve bu konuda oldukça hassas bir kurumsal yapı oluşturulmasına rağmen gerçek hayatta ırkçılık ve ayrımcılığın canlı ve güçlü bir biçimde devam ettiğini görüyoruz. Ancak Ferguson olaylarını beyaz polislerin siyahlara karşı ırkçılık yapmalarına karşı bir ayaklanma olduğuna indirgemek yanlış olacaktır. Konunun köleliğin harap ettiği aile yapısı ve gettolaşma gibi sosyo-ekonomik yönleriyle yerel polis teşkilatlarının 11 Eylül’den beri giderek askerileşmesi gibi güvenlik boyutlarını tartışmadan anlaşılması mümkün olmayacaktır.

Amerika’da 1860’larda köleliğin kaldırılması sonrasında birçok güney eyaletinde ayrımcılık yasal bir biçimde devam etmişti. 1960’larda Hippi Hareketi, savaş karşıtı ve ırk ayrımcılığı karşıtı hareketlerin ortak muhalefeti sonucunda zencilere karşı ayrımcılığı federal suç haline gelmişti. Eyalet bazında uygulanan kurumsal ayrımcılığın Anayasa Mahkemesi tarafından anayasaya aykırı bulunması Amerika’da ırkçılığın engellenmesinde ve ırk meselesinin aşılmasında en önemli dönüm noktalarından birini teşkil etmişti. Ancak son yarım asırdır Amerika’nın hem kölelik hem de ayrımcılık tarihinin sosyal, ekonomik ve ideolojik mirasıyla boğuşmaya devam ettiğini görüyoruz.

Kölelik döneminin bugünlere kadar yansıyan en önemli sonuçlarından birisinin siyahi kültürde aile kurumunun zayıflığı ve parçalanmışlığı olduğunu söyleyebiliriz. Erkek kölelerin kendi ailelerini kuramamaları ve beyaz efendilerin kadın kölelerle kurduğu ilişkilerde doğan melez çocukların köle olarak alınıp satılması zenci nüfusun aile yapısının güçlü olmasına izin vermemişti. Kurumsal ayrımcılık döneminde ise siyahi vatandaşlar birçok güney eyaletinde ikinci sınıf vatandaş olarak muamele görerek ayırımcılığa maruz kalmışlardı. Kamusal alanda beyazlarla aynı mekanları kullanmalarına izin verilmemiş sivil hakları da tanınmamıştı. Endüstriyel olarak daha gelişmiş kuzey eyaletlerinde resmi ayrımcılıkla muhatap olmasalar da ekonomik olarak beyaz nüfusun daha gerisinde kalmaya devam etmişlerdir.

Şehir varoşlarında gettolaşmaya itilen siyahi vatandaşlar, şehir merkezlerinde daha fazla görünür haldedirler. Ancak New York, Şikago ve Washington DC gibi şehirlerde yoğunlaşan siyahi nüfus toplumun diğer kesimleriyle daha entegre görünse de bu şehirlerde gettolaşmanın önüne geçilememiştir. Başkan Clinton zamanında Harlem gibi gettolara ciddi ekonomik yatırımlar yapılarak siyahi nüfusun ekonomik durumunda iyileşmeler sağlansa da ülke genelinde siyahların refah düzeyi beyazların gerisinde kalmıştır. Fırsat eşitliğini keskin bir biçimde koruyan ve destekleyen federal yasalara rağmen aynı eğitim ve tecrübeye sahip bir siyah vatandaşla beyaz vatandaş arasında işe alınma oranları ve maaş düzeylerine bakıldığında siyahlar aleyhine ciddi bir dengesizlik görülmektedir. Her ekonomik krizde yoksulluk ve sefalet oranları siyah nüfus arasında beyazlara göre çok daha fazla olmuştur. Siyahlar arasında evsizlik, işsizlik, uyuşturucu kullanımı, AIDS ve suç işleme oranları eskiden beri beyazlardan daha yüksek olagelmiştir. 2008 ekonomik krizi sonrasında da bu oranlar daha da kötüleşmiş ve siyahi nüfus krizden daha fazla zarar görmüştür.

Seçkinleştirme süreci

Amerika’nın büyük şehirlerinde seçkinleştirme (gentrification) süreci büyük şehir merkezlerini alt sınıfların ve özellikle siyahların aleyhinde dönüştürmeye devam etmektedir. Büyük şirketler ve bankaların mekan ve ofis ihtiyaçları küçük ve orta seviye esnafın aleyhine kiraları artırmış ve alt ve orta sınıfın büyük şehirlerde yaşamasını zorlaştırmaktadır. Barınma masraflarının artmasıyla beyaz alt ve orta sınıf vatandaşlar siyahların yoğunlukta yaşadığı ve nispeten ucuz mahallelere yönelmişlerdir. Şehir merkezlerinin gitgide pahalanması sonucu birçok küçük esnafın yerini büyük zincirlerin şubeleri almaya başlamıştır. Siyahi vatandaşları adeta şehrin varoşlarına sıkıştırıp gettolaşmayı artıran bu süreç özellikle refah seviyesi yüksek semtlerin ‘beyazlaşmasına’ ve ‘fiili’ ayırımcılığın derinleşmesine yol açmıştır. Buna paralel olarak şehir dışında yaşayan beyazlar kendi banliyölerini ve adeta kurtarılmış bölgelerini (gated community) oluştururken siyahlar da kendi semtlerini oluşturmak durumunda kalmışlardır. Ferguson da bu süreçlerin sonunda oluşan siyahi nüfusun ağırlıkta olduğu, yoksulluk ve sefaletin yüksek olduğu, Missouri eyaletinin seçkin bölgelerinden adeta yalıtılmış şehirlerinden biridir.

Yoksulluğun yüksek olduğu ve eğitim seviyesinin düşük olduğu birçok beyaz gettonun da olduğunu ifade etmek gerekir. Ancak siyahi gettolarda veya banliyölerde yaşayan halkın güvenlik birimleri ve yerel yönetimle ilişkileri beyaz gettolara ve banliyölere nazaran çok daha sorunludur. Örneğin siyahi vatandaşların trafikte durdurulma ve tutuklanma oranları beyazlara göre çok daha yüksektir. Siyahların tutuklanma ve hapsedilme oranları beyazlara göre karşılaştırma kabul etmeyecek düzeyde yüksektir. Gündelik hayat içerisinde örneklerine sıkça rastlanan ‘görünmeyen’ ırkçılık siyahi vatandaşlarla güvenlik güçleri arasında derin bir güvensizliğin oluşmasına yol açmıştır. Bu bağlamda periyodik olarak örneklerine rastladığımız beyaz güvenlik güçlerinin siyahi vatandaşlara karşı orantısız güç kullanımı vakaları rutinleşmiştir.

2008’de Amerika’nın ilk siyahi başkanını seçmiş olması bu sosyo-ekonomik gerçekliklerin ortadan kalktığı yanılgısına yol açmamalıdır. Başkan Bill Clinton, başkanlık döneminde siyahi toplulukların yoksulluktan çıkarılması konusunda gösterdiği çabalar yüzünden aslında ‘ilk siyah başkan’ olarak tanımlanmıştı. Bu noktada Obama’nın siyahiler için özel bir çaba göstermediği ve ırk meselesini gündeme getirmediği eleştirilerini de hatırlamakta fayda var. Ancak ulusal siyasette siyahilerin en üst seviyelere kadar çıkmış olmasının çok uzun bir tarihsel sürecin ürettiği ayrımcılık ve ırkçılığı engellemeye yetmeyeceğini kabul etmek gerekir. Ferguson olaylarında bir kez daha açığa çıkan ve on yıllardan beri süregelen siyah nüfus aleyhine oturuşmuş sosyo-ekonomik eşitsizliklerin giderilememesi bu tür olayların tekrarlanacağını neredeyse garantilemektedir.

Amerika’da ırk meselesi

Konunun Amerikan iç güvenlik anlayışını ilgilendiren önemli bir yönü de 11 Eylül olayları sonrasında eyalet ve federal hükümet güvenlik birimlerinin aşırı bir biçimde askerileşmesi meselesidir. Amerika’nın federal yapısı dolayısıyla yekpare bir iç güvenlik politikasına sahip olmaması dolayısıyla, eyaletler arasında çok ciddi farklar bulunmaktadır. 11 Eylül sonrası güçlenen ve Afganistan ve Irak işgalleriyle de derinleşen güvenlikçi anlayış, ekonominin en önemli motorlarından biri olan savunma sanayisinin de çıkarları doğrultusunda bütün ülkeye sirayet etmiştir. Amerikan ordusunun artık işine yaramayan eski teknolojiyle üretilmiş teçhizatını birçok eyalete bağışlaması da bu süreci desteklemiştir. Ferguson polisinin adeta savaş halinde bir orduyu andıran görüntüleri de bu sürecin bir sonucu. Irkçılık ve ayrımcılığın daha fazla olduğu eyaletlerde polisin askerileşmesi zaten ‘potansiyel suçlu’ görülen siyahi vatandaşların güvenlikçi politikaların ürettiği şiddetten daha fazla nasiplenmesine neden olmaktadır.

Michael Brown’un cesedinin saatlerce sokakta bırakılmasının yarattığı infial sonrasında ezici bir çoğunluğu beyaz olan Ferguson polisinin göstericilere orantısız şiddet kullanması ve sonrasında olağanüstü hal ilanına varana kadar yaşananlar ülkenin belki de en kırılgan fay hattı olan ırk meselesini tekrar gündeme getirdi. 1991’de Los Angeles’ta Rodney King beş polis tarafından ölümüne dövülmüş ve sonrasında mahkemede kurtulmuşlardı. Bunun sonucu olarak çıkan isyanlarda 53 kişi ölmüş 2000 kişi yaralanmıştı. Ferguson sonrası yükselen tansiyonun o günlere benzer bir seviyeye çıkması beklenmese de ırkçılık ve ayrımcılık Amerika’nın adeta yavaş kanayan yarası olmaya devam ediyor. İstatistikler, 2005-2012 arasında her hafta iki defa siyahi bir vatandaşın beyaz polisler tarafından vurulduğunu gösteriyor. Günlük hayatta rutinleşen ayrımcılık ve ırkçılık, siyahi vatandaşların güvenlik güçlerine ve hukuk düzenine güvenlerini de gitgide aşındırıyor.

Vatandaşların bireysel özgürlüklerinin korunması konusunda son derece ısrarcı olan Amerikan özgürlük ideolojisinin önemli bir paradoksu da içinde barındırdığını belirtmek gerekir. Bireysel özgürlüklerin mutlak korunması adına kamusal alana tecavüz eden örgütlü hareketlere müsamaha göstermeyen güvenlikçi bir anlayış gelişmiştir. Bu bağlamda genel olarak refah düzeyi yüksek ve beyaz kesimlerin lehine dizayn edilmiş kamusal düzenin mesele siyahların bireysel hak ve özgürlüklerine geldiğinde baskıcı ve yok edici bir karaktere bürünebildiğini görüyoruz.

Ferguson olayları, Amerika’da ırk ve sınıf sorunlarının birbirinden ayrılamayacağını ve yalnızca belli yasal düzenlemelerle ırkçılık ve fiili ayırımcılığın engellenemeyeceğini bir kez daha gösterdi. Siyasi liderlerin özel çaba sarf edip ırkçılık ve ayrımcılığı üreten ve perçinleyen sosyo-ekonomik realiteler, güvenlik politikaları ve ideolojik önyargılarla mücadele etmesi gerekiyor. Başkan Obama siyahi ilk başkan olmasına rağmen siyahların başkanı damgasını yememek için bu konuda keskin bir tavır almaktan kaçınırken, siyahi bir başkanın siyahların haklarını savunmaktan kaçınmak zorunda olması da Amerika’nın önemli paradokslarından birini teşkil ediyor.

What Obama’s West Point Address Means for Turkey’s Syria Policy

This analysis was published by Daily Sabah on June 09, 2014.

President Obama’s commencement speech at West Point was criticized by many from the right and left for failing to outline a foreign policy vision for the remainder of his term. The address revealed that the president intends to continue his administration’s minimalist approach and emphasize multilateralism in issues of global concern. U.S. foreign policy in the Middle East has implications for Turkey as a regional stakeholder with specific national security interests in Syria, Iraq, Iran and beyond. President Obama’s references to confronting terrorism and supporting the Syrian opposition, in particular, will have direct implications for Turkey’s Syria policy.

Much of the president’s speech was aimed at defending the administration’s past policies within the general framework of “more internationalism and less unilateral military action” to demonstrate U.S. leadership around the world. Obama’s address clearly showed that his administration is still haunted by the legacies of the Afghan and Iraq wars. Making a strong case against rushing into military interventions that could take the U.S. into unfamiliar territory with unforeseen consequences, the president emphasized a multilateral approach to global issues that do not pose a direct threat to the U.S. The president promised a $5 billion fund for U.S. allies to counter al-Qaeda and its affiliates and pledged to support the Syrian opposition as an alternative to terrorists and a brutal dictator.

The promise of support for the Syrian opposition should be welcome news for Ankara, which for some time has been advocating for a robust effort to empower the opposition. However, training and arming the Syrian opposition would have been much more effective in 2012 and 2013 in ensuring that the opposition was able to hold territory and push forward toward regime-controlled areas. It would have also helped to deter al-Qaeda-affiliated groups and prevent them from taking hold. Going forward, support for the opposition has to be much more robust and comprehensive to make a serious difference.

Turkey has long been frustrated by the lack of strategy among Western allies to address the challenges posed by the Syrian conflict. The hyper-focus on terrorism and chemical weapons has taken priority for the West, deterring an expansive involvement in supporting the opposition. President Obama’s speech promised to limit the administration’s focus in countering terrorism and create an “alternative” by supporting the opposition. This minimalist approach revealed little in terms of what the administration’s Syria policy will be. If it remains a lowintensity effort to help the opposition stand their ground against al-Qaeda and the regime, it will almost certainly fail to bring about the needed political transition or eradication of terrorism in Syria.

The president’s speech emphasized multilateralism in confronting global challenges in an era when emerging powers are asking for more representation in multilateral institutions. This is especially true for Turkey, which in recent years has raised its profile in international platforms and sought larger roles in global governance. In this sense, the president’s multilateral approach should be welcomed by Turkey. However, if multilateralism becomes a substitute for an absence of U.S. policy, it will become problematic, as regional players like Turkey cannot gauge the administration’s exact intentions. This was evident last year when Obama backed away from the decision to punish the Assad regime for using chemical weapons, creating widespread confusion and misperceptions about U.S. policy. If the U.S. is increasingly seen as an indecisive power in the region, multilateralism will do little to build an international effort that will achieve results. Nevertheless, if Obama means to work with allies like Turkey to bring an end to the Assad regime (the stated policy goal of the U.S. and Turkey) and push for a meaningful political transition by empowering the Syrian opposition, then there will be great room for cooperation.

Multilateralism, in the absence of a clearly articulated policy goal and willingness for international leadership, will not achieve results by itself. While the Obama administration’s shift away from the unilateralist and hawkish policies of the Bush era has been positive for Turkey and the region, the increasingly minimalist and hesitant U.S. attitude toward regional issues has prevented high levels of cooperation between the U.S. and Turkey. If efforts to counter terrorism and support the Syrian opposition are not designed according to broader policy goals, they are less likely to be effective in providing a solution to the Syrian conflict.

Toward a Political Solution in Syria

This analysis was published by Daily Sabah on May 6, 2014. 

Turkey established close relations with its Middle Eastern neighbors, including Syria, during the past decade to achieve interdependency through economic and political engagement. Turkey judged that interdependence and integration would result in gradual reform and increased economic opportunities for the peoples of the region.

However, the Arab Spring made it clear that change had to come sooner, as a regional revolutionary wave was set in motion. Decades old authoritarian structures were shaken to their core and regional and global players were forced to reconsider their regional policies. Turkey made a conscious strategic choice to side with the people power movements. The rationale for this choice was that repressive regimes throughout the region were unsustainable, and legitimate administrations reflecting the will of the majority had to be established. Today, as clear-cut regime change in Syria does not appear imminent, Turkey and its Western allies must agree on a common strategy to empower the opposition to arrive at a political solution.

With the onset of the Arab uprisings, Syria posed the most difficult challenge for Turkey but also for the broader international community. The Bashar al-Assad regime had been built from the beginning to squash any opposition movement. When faced with an existential threat, the regime was reset to its “factory settings” and has been fighting for its survival ever since. The regime had at its disposal a wide range of tools it could deploy, from its police state to its international alliances and from its chemical weapons arsenal to divisions within the opposition. Clearly, these options were not at all clear at the beginning, and the regime had to give up much of its independent decision-making to outside actors such as Iran.

Hezbollah’s support proved critical for the regime, but it came at the expense of the regime’s sovereignty. The Syrian regime was fighting for its survival, but Turkey’s decision to support the opposition was never an existential threat. The regime marshaled all its military power and internal and external alliances to survive.

The failure of the international community to come up with a framework to empower and support the already fragmented opposition meant that the Assad regime could more easily play the game of divide- and-rule. Turkey’s support has been insufficient to bring about unity among the opposition. The challenge has been enormous, especially if we consider that even the fairly unified Syrian regime had to be supported militarily by outside actors to survive. The plethora of opposition groups throughout the country has made it close to impossible to unify the opposition in the absence of the kind of overwhelming support needed to seriously destabilize the regime. As outside help has been minimal largely due to the clash of interests among regional and global players, there is no one united opposition front fighting against the regime.

It is becoming increasingly clear that the international community is not fully committed to supporting the opposition because of its misgivings about the rebels (disunity, radicalism, etc.). Lack of support prevents the emergence of a serious alternative to the Assad regime. It is true that even if the opposition were united and strong, there would be no guarantee of success. However, the emergence of al-Qaedalinked groups could have been prevented or at least the opposition would have had the wherewithal to confront such groups that threaten neighboring countries’ security. They have complicated an already difficult situation to begin with and gave Western powers an excuse to stay away. The fact is that this problem is not going anywhere. The current prolonged stalemate in Syria will continue to pose security threats to all its neighbors.

The Syrian conflict is increasingly less likely to end in a clear victory by the regime or the opposition. A political solution is not on the horizon because of the protracted nature of the conflict and the fact that all fighting sides think they are winning. In the absence of a consensus and a common strategy with its Western allies, Turkey has narrowed its focus to supporting the opposition, securing the border and managing the refugee crisis. Each one of these activities attempts to address enormous challenges that are very difficult to overcome without a concerted international effort. They are also not enough to bring an end to the conflict. Without a dramatic shift in the balance of power between the regime and the opposition, which is unlikely without outside help, neither side has an incentive to come to the negotiating table for a political solution.

There is no magic solution in Syria, and the country seems destined to be unstable for the foreseeable future. Turkey remains committed to regime change in Syria and supports the opposition, but the regime’s fall is far from imminent. While the opposition may not prevail anytime soon, Turkey is unlikely to pull its support without a negotiated political solution. However, this support alone will not change the balance of power on the ground. The Western allies need to work with Turkey to create a unified and effective opposition to force the regime to the negotiation table.

It may be too late for this to succeed, but there does not seem to be a better option unless, of course, the international community is prepared to let the Syrian opposition fail.

Suriye’den Ukrayna’ya Amerikan Liderliği

Bu analiz 20 Nisan 2014 tarihinde Star Açık Görüş’te yayınlanmıştır.

Obama’nın Kırım’ın ilhakı karşısında ekonomik yaptırımlar ve NATO müttefiklerini teskin etmekle yetinmesi Suriye’de ciddi risk almaktan kaçınan tavrını hatırlatıyor. İki krizde de Amerikan gücünün sınırlı olduğu ve uluslararası dengelerin kaderini tayin etmede tek belirleyici olmadığı noktasında bir ön kabul olduğunu görüyoruz. Obama yönetiminin asgari hedeflere odaklanan ve durumu idare etmeye çalışan tavrının adeta bir politikaya dönüştüğünü söyleyebiliriz.

Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı ve Ukrayna’da iç savaş ihtimalinin belirmesiyle Amerika’nın sertleşen retoriği bir müdahale olabilir mi sorularını gündeme getirdi. Amerika’nın müdahale edip etmeyeceği konusunda Suriye krizi öğretici bir değer taşıyor. Obama yönetimi aslında Suriye krizinin başından beri bölgesel çıkarlarının Suriye’ye müdahale etmesi gerektirdiği yönündeki baskılara istikrarlı bir biçimde direndi. Ukrayna krizinde Rusya’yı bedel ödetmekle tehdit edenAmerikan yönetimi, bu bedelleri büyük ölçüde ekonomik ve diplomatik yaptırımlarla sınırlandırdı. Obama yönetiminin Suriye ve Ukrayna krizlerindeki askeri yöntemlerden uzak duran yaklaşımının Irak ve Afganistan savaşları sonrasında kapsamlı bir dönüşüm geçiren ulusal güvenlik anlayışının bir yansıması olarak görebiliriz.

Obama yönetimi,11 Eylül saldırılarının Ortadoğu’daki demokrasi yoksunluğundan kaynaklandığı teşhisini yapanve bölgeye işgalle de olsa özgürlük ve demokrasi getirmeye çalışan Bush yönetiminin müdahaleci ulusal güvenlik anlayışından uzaklaştı. Amerikan ulusal güvenlik anlayışının yeniden biçimlendiği bu geçiş döneminde küresel liderlik iddiasının da biçimi ve sınırları itibariyle yeniden sorguladığına şahit oluyoruz. Amerika’nın gerilediği ve liderlik iddiasından vazgeçtiği eleştirilerine karşın yönetime yakın çevreler Amerika’nın gücünün sınırlı olduğu ve her istediğini yapmaya gücünün yetmeyeceği savını ileri sürüyor. Amerika’nın kendine biçtiği küresel rolü ve bu rolü oynamak için tercih edeceği dış politika araçlarını tartışmak içinde bulunduğumuz geçiş döneminde bu süper gücün bölgesel krizler karşısında nasıl bir tavır takınacağını öngörmemize yardımcı olacaktır.

Irak sendromu

Obama yönetiminin ve ulusal güvenlik elitlerinin Irak ve Afganistan işgallerinden çıkardığı en önemli dersin Amerika’nın ‘hayati ulusal çıkarları’ tehdit edilmedikçe askeri yöntemlere başvurulmaması gerektiği olduğunu söyleyebiliriz. Irak ve Afganistan’da rejimleri alaşağı etme konusunda çok zorluk yaşamayan ama bu ülkeleri ‘yeniden inşa’ etme noktasında neredeyse aşılamaz problemlerle karşılaşan ABD, yeni bir askeri maceradan uzak duruyor. Irak ve Afganistan’da 1 trilyon doları aşkın harcama yapan ve binlerce asker kaybeden ABD yönetimi, sonu askeri müdahaleye gidecek her tür politikadan kaçınıyor. Ancak Bush döneminin müdahaleci ve nizam veren dış politika anlayışından uzaklaşan Amerikan dış politikasının tecrit politikası gibi uç bir noktaya savrulma riski olduğunu söyleyebiliriz.

Amerika’nın gerilediği tartışmalarının yaşandığı bir dönemde, küresel liderlik iddiasını devam ettiren ama bunu farklı tanımlayan bir Obama yönetimiyle karşı karşıyayız. Amerikan liderliğini gerçekleştirmek için öncelikle içerde ekonomisini düzeltmesi gerektiği ve uluslararası alanda da müttefiklerinin daha fazla ellerini taşın altına koymaları gerektiğine vurgu yapan bir anlayış bu. Bir yandan Amerikan ordusunu daha hızlı ve kıvrak hale getirerek askeri bütçesini azaltmaya çalışan yönetim, öte yandan da ülkenin dünya siyasetinde tek belirleyici konumda olması gerektiğine de pek inanmıyor. Amerika’nın geçmişteki askeri müdahalelerinden önemli bir çıkar sağlamadığını aksine milli çıkarlarına karşı tehditlerin de arttığını savunanlar çoğunlukta. Amerika’nın liderlik yapma noktasındaki bu çekingenliği, Suriye ve Ukrayna gibi bölgesel krizlerde de kendini gösteriyor. Küresel bir gücün duruma vaziyet ediyor olmayışı birçok bilinmezi ve istikrarsızlığı da beraberinde getiriyor.

Ortadoğu on yıllarca Amerika gibi bir süper gücün önce Soğuk Savaş döneminde Rusya’yı dengelediği, sonrasında da tek güç olarak bölgesel dengeleri belirlediği dönemlerden geçti. Geleneksel olarak Ortadoğu’daki en önemli güç aslında bölgede toprağı olmamasına rağmen Amerika’ydı. Irak ve Afganistan işgalleri sonrasında ise Amerika bölgede artık aynı seviyede aktif olmak istemiyor. Bölgesel çıkarlarını önemsese de bu çıkarları asgari düzeyde tanımlayıp bunları elde etmek için ödemeyi göze aldığı maliyeti de düşük tutuyor. Uluslararası güvenliğin garantörü olmaktan yorulmuş bir Amerika’dan bile bahsetmek mümkün. Dolayısıyla ABD yönetimi gerek Avrupa gerek Ortadoğu’da bölgesel müttefiklerinin daha fazla yük altına girmesini talep ediyor. Suriye krizinde Türkiye’nin Ukrayna krizinde de Avrupa’nın daha fazla risk ve maliyet yüklenmesini beklemesini bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

Suriye’nin öğrettikleri

Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi karşısında ABD ve Avrupa ekonomik yaptırımlar dışında etkili bir strateji oluşturamadılar. ABD, NATO üyesi ülkelerin Ukrayna’da yaşanan istikrarsızlık ve iç savaş tehlikesi karşısında oluşan kaygılarının giderilmesine odaklanırken bir yandan da Rusya’ya karşı retoriğini sertleştirdi. NATO’ya üye ülkelerdeki askeri hareketlilik Ukrayna krizine müdahaleden ziyade krizin kuşatılması ve bölgesel etkisinin azaltılması bağlamında değerlendirilmeli. ABD’nin Rusya’yla askeri bir çatışmaya gidecek bir yola girmekten kaçınacağı aşikar. Amerika’nın Suriye politikasının seyrine bakacak olursak benzer bir Ukrayna politikası güdeceğini söyleyebiliriz.

Ukrayna krizi Putin’in Rusya’nın eski imparatorluk hayallerinden vazgeçmediği ve yeni bir soğuk savaşa doğru gidilebileceği tartışmalarını başlattı. Avrupa’nın Ukrayna’da yeterince dikkatli bir politika izlemeyerek Rusya’nın ekmeğine yağ sürdüğünü söyleyebiliriz. Rusya’nın da Batı’ya rest çekerek 2008’de Gürcistan krizinde yarattığı fiili durumun bir benzerini Kırım’ı ilhak ederek tekrarladığını görüyoruz. Batı Kırım’ın gidişini kabullenip Rusya’nın Doğu Ukrayna’ya ilerlemesini engellemek istiyor ancak bunun için Putin’in metotlarına karşılık verebilecek askeri tedbirler almaktan da kaçınıyor. Bu bağlamda Rusya’nın daha da cesaretlenmemesi için ciddi bir sebep görünmüyor. Ukrayna ordusunun Rusya ordusu karşısında hiçbir varlık gösteremeyeceği kesin ve muhtemel bir çatışmada Batı’nın NATO üyesi olmayan Ukrayna’yı savunmasını beklemek saflık olacaktır.

NATO’nun Rusya’ya karşı agresif bir tavır takınması durumunda Türkiye’yle Batı arasında görüş ayrılıkları çıkabilir ancak şu aşamada Batı’nın da Rusya’yla bir çatışmadan kaçınacağını öngörmek zor değil. Rusya’nın ABD’nin Suriye politikasından cesaret alarak Ukrayna’da daha agresif adımlar attığını söylemek mümkün. Obama yönetimi hem Ortadoğu’da hem dünyanın diğer bölgelerinde Amerika’ya ağır maliyet ödetecek maceralardan kaçınma konusunda kararlı. Putin’in de bunu çok iyi gördüğünü ve bir fırsata dönüştürdüğünü söyleyebiliriz.

ABD’nin gücünün sınırı

Başkan Obama, Suriye rejiminin kimyasal silah kullanması sonrasında Esad rejimini cezalandırmak için Kongre’den onay almaya yönelmişti. Obama’nın Kırım’ın ilhakı karşısında ekonomik yaptırımlar ve NATO müttefiklerini teskin etmekle yetinmesi Suriye’de ciddi risk almaktan kaçınan tavrını hatırlatıyor. İki krizde de Amerikan gücünün sınırlı olduğu ve uluslararası dengelerin kaderini tayin etmede tek belirleyici olmadığı noktasında bir ön kabul olduğunu görüyoruz. Bu tavrın diğer bölgesel meselelerde de izini sürmek mümkün. Örneğin bir yandan İsrail-Filistin görüşmelerinin çökmesini istemeyen Amerika’nın bir yandan da bu görüşmelerin başarıya ulaşması için büyük siyasi riskler almaktan kaçındığını söyleyebiliriz. Obama yönetiminin asgari hedeflere odaklanan ve durumu idare etmeye çalışan tavrının adeta bir politikaya dönüştüğünü söyleyebiliriz.

Amerika’nın kendi gücünün sınırlarının farkında olmaya çalışması ve buna uygun politikalar belirlemek istemesi anlaşılabilir. Ancak Amerika’nın birçok ciddi dış politika meselesinde kapsamlı ve sonuç almaya dönük bir politika geliştirmekten giderek uzaklaştığını görüyoruz. Mesela Suriye politikasının ülkenin kimyasal silahlardan arındırılması,  el-Kaide’yle mücadele ve çatışmanın bölgeye sıçramasının önlenmesinden ibaret olduğunu söylemek mümkün. Suriye krizinin sona erdirilmesi noktasında dört başı mamur bir Amerikan politikası görünmüyor. Obama yönetiminin Rusya’ya sert uyarılar yapmasına rağmen, Putin Ukrayna’nın doğusuna yönelik askeri bir operasyon yaparsa Amerika’nın cevabının askeri olmayacağı neredeyse kesin. Benzer şekilde, İsrail’in uzlaşmaz tavrı devam ederken barış görüşmeleri tamamen çökerse Amerikan yönetiminin ne yapacağı belli değil.

Ortadoğu ve Avrupa jeopolitiğinde Amerika’nın kendi liderliğini sorgulayan bir dönemden geçiyor olması bölgesel kriz anlarında ciddi boşluklar yaratıyor. Türkiye, Suriye konusunda müttefiki Amerika’yla kapsamlı bir politika geliştiremezken Avrupa Ukrayna konusunda Amerika’nın NATO öncülüğünde liderlik yapmasını bekliyor. Bir yandan Suudi Arabistan ana güvenlik garantörü ABD’nin İran’la anlaşması ihtimali karşısında endişeliyken, Mısır’daki darbe yönetimi Amerika’nın oldukça yumuşak telkinlerine aldırmaz bir görüntü veriyor. Amerika’nın tek süper güç olarak dünya liderliği fırsatını Irak işgaliyle heba etmiş olması, kısa ve orta vadede görece kararsız ve çekingen politikalar izlemesine yol açacak görünüyor. Amerika kendigücünün sınırlarını sorgulayıp müdahaleci bir tavırdan uzaklaşırken, dış politikada durumu kurtaran ama kapsamlı politikalar üretemeyen kararsız bir güç haline gelme riskini taşıyor.

Implications of Turkey’s Local Elections

This analysis by Kadir Ustun and Erol Cebeci was published on April 3, 2014.

Turkey’s local elections on March 30th resulted in a convincing AK Party victory compared to the last local elections in 2009. The CHP also improved its share of the vote compared to 2009 due to its decision to run non-traditional candidates in Ankara and Istanbul. However, the CHP failed to show itself as competitive against the AK Party at the national level, receiving less than 30% of the vote. The election results indicate that the Turkish electorate did not change its voting behavior based on recent political crises, such as the Gezi protests and the graft probe. While the ruling party was able to promise economic growth and the delivery of services at the local level, the opposition parties failed to convince voters that they presented a viable alternative.

Local election campaigns were run like national elections and the main issues that dominated the campaigning process were not local issues. The AK Party focused on the services it has delivered as the ruling party. It charged pro-Gulen judicial and bureaucratic interventions in the political process as illegitimate attempts to engineer politics. The opposition parties tried to capitalize on the corruption allegations and perceived failures of Turkish democracy under the AK Party government. The election results show that the opposition cannot rely solely on the shortcomings of the ruling party, but needs to come up with a comprehensive political platform to be competitive. Further, they also show that political polarization was effective in mobilizing the masses, as a record number of voters went to the polls.

Election Results

The March 30th elections witnessed an unprecedented voter turnout (approaching 90%) for a local election. Unofficial results show that the ruling AK Party exceeded 45%, reflecting a 6-point increased from the 2009 local elections. The CHP’s share of the vote showed some improvement from the 2009 local elections but remained below 30%, a psychological threshold that would have shown the opposition party as competitive. The MHP made no significant gains except for victories in a few large cities, such as Mersin and Adana. The MHP and the CHP competed for votes from similar secularist and nationalist constituencies in the coastal regions. Even when they supported each other’s candidates, their success was limited and their votes insufficient to create a coalition block against the AK Party. The BDP held onto its traditional Kurdish vote with some inroads into the broader liberal constituency in the West. As expected, in the Kurdish majority cities there were no serious contenders other than the BDP and the AK Party, with the CHP and the MHP consistently falling below 3-5%.

Continue Reading…