Tag Archives: UN

Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Sistemin Krizi

Bu yazı ilk olarak 16 Eylül 2017 tarihinde Sabah Perspektif‘te yayınlanmıştır.

Önümüzdeki hafta New York’ta toplanacak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda (BMGK) birçok çatışma alanı ve uluslararası sorun görüşülecek. Ancak gerek Kuzey Kore gerekse Arakan gibi konularda ciddi somut bir adım atılması beklenmiyor. Birleşmiş Milletler (BM) uluslararası çatışmalara ve krizlere çözüm üretme noktasında tarihinin belki de en etkisiz dönemlerinden birini yaşıyor. Bu durumda Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan ve günümüze kadar süregelen uluslararası sistemdeki belirsizliğin önemli bir payı var. Uluslararası sistemdeki belirsizlikle birlikte kriz ve çatışma alanlarının yaygınlaşması BM’nin ancak büyük güçlerin öncelediği meselelerde rol oynayabilmesi sonucunu doğuruyor.

Soğuk Savaş zamanında Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki güç mücadelesinin uluslararası arenaya yansıdığı ana kurum olarak öne çıkan BM’nin sonrasında gitgide önemini yitirdiğine şahit olduk. Irak’tan Sudan’a, Libya’dan Myanmar’a kadar birçok konuda genel olarak Batı’nın ve daha özelde ABD’nin önceliklerinin belirleyici olması gerçek anlamda uluslararası kalıcı çözümlerin üretilmesine engel oldu. ABD’nin İran nükleer krizi gibi ulusal güvenlik sorunu gördüğü krizlerde somut adımlar atabilen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) örneğin Suriye meselesinde etkisiz kalması bu çelişkinin bariz bir tezahürü oldu.

1991’de Irak’ın Kuveyt’ten çıkarılmasında BMGK’nın ağırlığını aslında uluslararası koalisyon kurmanın önemine inanan George H. W. Bush başkanlığındaki Amerikan liderliğine borçlu olduğunu söylemek mümkün. Uluslararası toplumu Irak’ın Kuveyt’ten çıkarılması hedefi etrafında birleştiren ABD’nin diplomatik ağırlığını koyması BMGK’nın daimi üyelerinin desteğini getirmişti. Hedefi belli ve uluslararası meşruiyeti olan Irak’ın Kuveyt’ten çıkarılması için gerçekleştirilen uluslararası askeri müdahale uluslararası kurumların işlemesi açısından bir başarı örneği olarak sunuldu. Ancak bu örnekte de görüldüğü gibi BMGK’nın işlemesini sağlayan sebep ABD’nin Irak’ı sadece Amerika’nın değil uluslararası toplumun bir sorunu olarak tanımlayan ve çok uluslu koalisyonu önceleyen tavrı olmuştu.

BMGK’nın 11 Eylül sonrasında uluslararası terörle mücadeleyi ana gündemi haline getirmesinde de ABD’nin öncelikleri etkili oldu. 11 Eylül’ün yarattığı siyasi havayla birlikte George W. Bush yönetimi BM’de uluslararası bir koalisyon ve konsensüs oluşturmaya çalışmadan Afganistan ve sonrasında Irak’a karşı savaş açtı. Bush yönetiminin tek taraflı askeri müdahalesi aslında BMGK’nın da giderek ağırlığını yitirmesine yol açtı. “Ya bizim tarafımızdasın ya onların” tavrıyla spesifik bir ülkeden ziyade “terör” gibi bir olguya savaş açan Bush yönetimi BM’nin sadece Amerikan hedeflerini gerçekleştirmeye yardımcı olan bir fonksiyonu olduğunu düşünüyordu. Bush’un tek taraflı müdahaleci politikası BM gibi kurumların ağırlığını iyice azalttı.

Arap Baharı’nın kritik dönüm noktalarından birini teşkil eden Libya müdahalesine ise Obama yönetimi BM’nin rejim değişikliğini meşrulaştırıcı rol oynamasını sağlamış oldu. Özellikle Arap Birliği’nin Kaddafi’nin indirilmesi için yaptığı çağrı ve lobi faaliyetleri sonrasında ABD nispeten düşük bir masrafla Libya müdahalesini “geriden liderlik” stratejisiyle gerçekleştirdi. Libya’da sivilleri koruma amaçlı “insani müdahale” ile rejim değişikliği sağlanması, Rusya’nın tepkisini çekerken BMGK’da bu tür bir askeri müdahalenin meşrulaştırılmasını artık imkânsız kılacaktı. Rusya’nın Esed rejimine karşı alınacak kararlara karşı çıkması da Libya müdahalesinden çıkardığı “dersler“e dayanıyordu.

BMGK Suriye krizinde görüldüğü gibi Esed rejiminin davranış biçimini değiştirecek veya çatışmanın durdurulmasını sağlayacak anlamlı herhangi bir adım atamadı. ABD’yle Rusya’nın karşıt cephelerde yer aldığı Suriye krizinde her iki gücün de birbirini suçlamayı tercih ederek aslında sorunun çözümünü sağlayacak adımlar atmaktan kaçındıklarını söyleyebiliriz. Rusya Suriye krizinde daha başından beri ABD’yle pazarlığa açıktı. Ancak Obama yönetimi Suriye’yi ulusal çıkarı dahilinde görmediği için bu pazarlığa yanaşmadı ve Rusya’nın vetosunu kullanarak uluslararası adımların önünü almasına zemin hazırlamış oldu. İki güç arasında bir nüfuz mücadelesine dönüşen veto savaşlarının önemli bir sonucu BMGK’nın uluslararası krizlere çözüm üretemeyen bir kurum olduğunun adeta tescillenmesi oldu.

Uluslararası liderlik krizi
BMGK’nın uluslararası krizleri çözmekten çok dondurmayı ve çözülemez hale getirmeyi alışkanlık haline getirdiği bir uluslararası sistemden bahsediyoruz. Uluslararası normların (Esed rejiminin kimyasal silah kullanması örneğinde olduğu gibi) çiğnenmesine karşı ancak büyük güçlerin tahammülüyle orantılı olarak cevap verebilen BM saygınlığı ve meşruiyetinin sık sık sorgulanmasıyla karşı karşıya kalıyor. Arakan’da yaşanan etnik temizlik örneğinde olduğu gibi BM’nin sert kınamalar yayınlayıp durumu seyretmekten fazla öteye gidememesi bu meşruiyet krizini derinleştirmeye devam ediyor.

BM’nin sadece Batı’nın çıkarlarına hizmet eden bir kurum olduğunu söylemek yanlış olur elbette. BM uluslararası kriz ve çatışma alanlarında büyük güçlerin güç mücadelesinin kurbanı olarak uluslararası norm ve değerleri ancak BMGK’nın daimi üyelerinin algıladığı şekilde uygulayabilen bir kurum haline geldi. Dolayısıyla BM’nin uluslararası sistemin iç savaş, etnik çatışma, ekonomik istikrarsızlık, küresel terör ve iklim değişikliği gibi birçok sorundan muzdarip olduğu bir dönemde uluslararası liderlik boşluğunu doldurabilmesi de mümkün görünmüyor. Bu tablo bize uluslararası sistem krizinin halihazırda yaşanan uluslararası liderlik krizinin bir tezahürü olduğunu ve dolayısıyla önümüzdeki hafta gerçekleşecek olan BM Genel Kurulu’ndan beklentilerin gerçekçi bir zemine oturması gerektiğini hatırlatıyor.

What Does Turkey’s “No” Vote Mean?

This commentary originally appeared on insideIRAN.org a project of The Century Foundation

WASHINGTON – The United Nations Security Council (UNSC) passed the fourth round of sanctions on the Islamic Republic of Iran on June 9, 2010. The U.S. administration made the case that the main objective of Resolution 1929 was to “complement” the dual-track approach the UNSC is pursuing in preventing Iran from acquiring nuclear weapon capabilities. This approach would involve sanctions targeting specific institutions and individuals while keeping open the possibility of negotiations with Iran. Whether this approach would work with Iran remains a question, a concern shared by Brazil and Turkey, who have voted “no” at the Security Council.

Most analysts agree that another round of sanctions against Iran will not prevent Iran from pursuing its uranium enrichment activities. However, the U.S. administration argues that “smart sanctions” could bring about real results by targeting specific activities, institutions, and individuals suspected of contributing to the development of Iranian nuclear weapon capabilities. The resolution includes bans on nuclear and missile investments abroad, conventional arms, and ballistic missile capabilities, as well as the freezing of assets of specific individuals. It also calls for heightened sensitivity and “vigilance” by the states over the “suspected” cargo, financial activities of Iranian banks, companies, and the Islamic Revolutionary Guard Corps (IRGC).

The resolution comes at a time when the United States virtually has ignored the nuclear swap deal brokered by Turkey and Brazil in May. The administration argues that the deal was not comprehensive and did not address the main concerns of the international community. U.S. officials portrayed it as yet another attempt by Iran to stall the sanctions process and to divide the international community. As a result, instead of welcoming the deal and treating it as a true opportunity for engagement and dialogue with Iran, the United States chose to move forward with sanctions. Although the U.S. officials state that channels of negotiation are open, it will be difficult to convince Iranians that the sanctions are meant to contribute to “confidence-building” measures.

Turkey supports the peaceful use of nuclear energy and uranium enrichment, which is a right afforded to all signatories of the Non-Proliferation Treaty (NPT), of which Iran is a part. This is also reiterated in Resolution 1929, and the Obama administration has repeatedly reaffirmed Iran’s right to access “peaceful use of nuclear energy.” At the same time, Turkey repeatedly has made it clear that it is against Iran developing nuclear weapons. Turkey also recognizes that Iran has not fully cooperated with the international community over its nuclear program and has failed to meet its obligations to the International Atomic Energy Agency (IAEA).

If Turkey is in full agreement with the international community about the use of nuclear technology, why did it vote “no” in the Security Council? The main reason seems to be that Turkey believes sanctions could undermine the diplomacy track. Ankara was disappointed that the nuclear deal achieved with Brazil’s involvement was not given serious consideration as a confidence-building measure. Turkey realizes that Tehran may have agreed to a deal with Brazil and Turkey as a stall tactic and an attempt to divide the international community on the question of sanctions.

However, in the arrangement brokered by Turkey and Brazil, Iran has agreed for a uranium exchange for the first time, and this is the only concrete deal so far. Iran also met the deadline to submit its proposal to the IAEA. If the international community ignores the deal in favor of tougher sanctions, Turkey believes it will be very difficult, if not impossible, to bring Iran back to the negotiation table.

On the one hand, Turkey was concerned that voting “yes” would have seriously damaged Turkey’s integrity as a reliable negotiating partner and would alienate Iran even further. On the other hand, Turkey still shared concerns with the international community in regards to Iran’s nuclear program. As a result, while voting “no,” Turkey did not work against the resolution, and even encouraged countries such as Bosnia and Lebanon to make their own decisions instead of following Turkey. Turkey needed to stand behind the nuclear deal it helped reach to demonstrate its commitment to diplomacy.

Turkey believes that sanctions and military threats are counterproductive in achieving Iran’s full cooperation with the international community and that such measures will only reinforce Tehran’s defiance about its nuclear program by backing Iran up against the wall. Ankara worries that the prospect of a military action against Iran is a destabilizing factor for the region, similar to the invasion of Iraq. Isolating Iran will only exacerbate Iran’s suspicions about the sincerity of U.S. intentions, which would in turn kill any possibility of Iran’s full cooperation with the international community.

Critiques of Turkey’s recently energized foreign policy direction are framing the Iranian nuclear issue as a matter of Turkey’s abandonment of its traditionally Western-oriented alliances for newer yet more dangerous ones with its unstable Eastern neighbors. Turkish Prime Minister Erdoğan has been criticized for giving Iran “a way out” of its international obligations.

Such criticisms overlook and disregard Turkey’s perspective on its relations with its neighbors. Turkey aims to maintain good relations with its neighbors based on economic integration, political stability, and regional peace. Achieving a nuclear-free zone in the Middle East is one of the main goals of Turkey. In order to accomplish this, Turkey feels that it needs to base its foreign relations on diplomacy and dialogue instead of sanctions and military threats. The Turkish “no” vote at the UNSC needs to be understood as Turkey’s desire to show its commitment to diplomacy. In that sense, if the Obama administration wants to pursue the “dual-track” approach on Iran, it will have to demonstrate its commitment to the diplomacy track as much as it did to the sanctions track.

Kadir Ustun is the Research Coordinator at SETA Foundation, a Washington-based think tank.