Trump’ın “kaos” yönetiminin son kurbanı ve Amerikan dış politikası

Bu yazı ilk olarak 17 Mart 2018 tarihinde Sabah‘ta yayınlanmıştır.

SABAH_20180317_15
Download PDF

Amerikan Başkanı Donald Trump’ın Dışişleri Bakanı Tillerson’ın görevine bir Twitter mesajıyla son vermesi Trump yönetiminin ilk gününden beri skandalları alışkanlık haline getirmesinin en son örneği oldu. Yönetimden istifa ederek veya kovularak ayrılanların listesi oldukça kabarık ancak Dışişleri Bakanı gibi kabinenin ağır toplarından birinin sosyal medyada kovulması bir ilk. Trump yönetiminde kadro değişikliği dedikodusunun olmadığı bir hafta olmadı desek abartı olmaz. “Kaos yönetimi” uygulayan ve bunu marifet sayarak övünen Başkan Trump memnun olmadığı kabine üyeleri hakkında Twitter’dan sert ve hatta aşağılayıcı mesaj atmaktan da çekinmiyor. Trump’ın bu tarzının aslında adı konmamış bir yönetim krizi olduğu ve önümüzdeki dönemde Amerikan dış politikasını daha da belirsizliğe sürükleyeceği söylenebilir.

Kişisel anlaşmazlıklarına bakıldığında Tillerson’ın Başkan için söylediği meşhur “moron” hakaretinin rol oynadığı aşikar ve Trump’ın bunu unutmadığını söylemek abartı olmayacaktır. Tillerson’ın bakanlık üst kadroları ve birçok önemli büyükelçilik (Almanya, Güney Kore, Türkiye, Güney Afrika) atamalarında Beyaz Saray’la anlaşamaması sonucu bu kadroların hala boş kalması da Trumpçı isimlerin kendisine yönelttiği şikayetler arasında. Tillerson ayrıca Trump’a yakın kadroları Dışişleri’ne atamayı reddederek Beyaz Saray’ın tepkisini çekti.

Siyasi tercihleri açısından bakıldığında ise dış politikada Başkan ve Bakan’ın adeta ayrı tellerden çalması neden gösterilebilir. Kuzey Kore‘yle ilgili olarak Trump’ın tansiyonu yükselttiği ve hatta nükleer savaş aşamasına gelindiği yorumları yapıldığı dönemde Tillerson eninde sonunda Kuzey Kore’yle doğrudan görüşmek zorunda olduklarını ve müzakere kanallarının açık olduğu yorumlarını yapıyordu. Trump el yükseltmeye çalışırken Tillerson müzakere yollarını zorluyordu. Başkan rahatsızlığını yine Twitter üzerinden Tillerson’a “kendini fazla yorma” mesajı vererek göstermişti. Benzer biçimde Amerikan kamuoyu baskısına rağmen Rusya’yı veya Rus Devlet Başkanı Putin’i eleştirmekten kaçınan Trump’ın Tillerson’ın Moskova’ya karşı sert söyleminden rahatsız olduğu aşikar. Hem Kuzey Kore hem de Rusya meselelerinde Tillerson’ın özellikle Savunma Bakanı Mattis’le koordineli hareket ederek Beyaz Saray’dan uzak bir Dışişleri Bakanı profili çizmesi Başkan’ı rahatsız ediyordu.

Ortadoğu barış süreci gibi önemli bir dosyayı damadı Kushner’e emanet eden Trump, Kudüs kararında olduğu gibi tek taraflı ve maksimalist adımlar atmayı seviyor. Netanyahu’ya ve İsrail sağ pozisyonuna yakınlığı bilinen Kushner’in Ortadoğu’ya bakışında da Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) çizgisine yakın bir duruşu var. Bu iki ülkenin Katar’a uyguladığı ambargo karşısında Washington’da birbirine zıt iki yaklaşım oluştu. Trump yönetiminin “yetişkinleri”ni temsil eden Tillerson ve Mattis, Katar’ın Amerikan müttefiki olduğunu ve terörle mücadelede yanlarında yer aldığını söylerken Trump Katar’ı teröre destek vermekle suçlamıştı. Körfez kriziyle birlikte Trump yönetimi içerisindeki ayrışma net bir biçimde ortaya çıkmıştı.

Amerikan askeri tarihçisi ve analisti Mark Perry’nin aktardığına göre Kushner Katar’a uygulanacak ambargodan önceden haberi olmasına rağmen Trump’a haber vermemişti. İsrail-Suud-BAE ekseninde Tillerson-Mattis kanadına karşı paralel bir Ortadoğu politikasıoluşturmaya çalışan Kushner ve Washington’daki İsrail’e yakın neocon destekçileri Tillerson’ın sonunu getiren ittifakı temsil ediyordu Perry’ye göre. Trump’ın hem Körfez krizinde takındığı tavra hem de Amerikan Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararına bakıldığında bu ittifakın fazlaca etkin olduğu anlaşılıyor.

Tillerson’ın gönderilmesinin önemli nedenlerinden birinin İran nükleer anlaşmasının olduğu anlaşılıyor. Başkan Trump Obama’nın en büyük dış politika başarılarından saydığı anlaşmayı iptal etmek için çok çaba sarf etti.
Anlaşma uluslararası nitelikte olduğu için tek taraflı iptal edemeyen Trump, İran’ın anlaşmaya uyduğunu kerhen onaylamak zorunda kalmış ancak en son onaylamayı reddederek topu Kongre’ye atmıştı.
Kampanya döneminde anlaşmayı yırtıp atma sözü veren ve özellikle Obama’nın siyasi mirasını yok etmeyi kendine misyon edinen Trump için Tillerson’ın bu konuda direnmesi de önemli rol oynamışa benziyor.

Bundan sonra ne olacak?

Tillerson’ın görevine son verilmesinin nedenleri aslında eski CIA Direktörü ve yeni Dışişleri Bakanı Pompeo’nun nasıl bir dış politika çizgisi izleyebileceğinin ipuçlarını da veriyor. Pompeo’nun Trump’la kişisel olarak çok daha iyi anlaştığı ve kendi başına bir dış politika çizgisi oluşturmama konusunda Başkan’a güven verdiği biliniyor.
Tillerson’ın Trump’ın önceliklerini göz ardı etmesi gönderilmesinin önemli nedenlerinden biri sayıldığı için Pompeo Başkan’dan bağımsız davranıyor görünmemeye özen gösterecektir. Bakanlık kadrolarına da bir an önce Trumpçı ve İsrail sağına yakın neocon isimleri ataması hiç de sürpriz olmayacaktır.

İran’a karşı daha sert bir politika izlemeyi savunduğu bilinen Pompeo’nun “makul şahin” Savunma Bakanı Mattis’le nasıl bir ilişki kuracağı önemli olacak.
Her iki isim de bölgede İran’ın etkisini azaltmak istiyor ancak Mattis hem Kore Yarımadası hem de Ortadoğu’da tansiyonu artıracak ve ABD’yi yeni bir askeri çatışmanın içine çekecek adımlardan kaçınan bir isim olarak öne çıkıyor.
Önümüzdeki dönemde Amerikan dış politikasında “kaos yönetimi” sayesinde belirsizliğin artması, İsrail sağına yakın neoconların öne çıkması ve “Ben yaptım oldu” tarzı tek taraflılığın ağırlık kazanması sürpriz olmayacak.

Some Myths about the YPG

This article was first published by New Turkey on March 13, 2018.

Abandoning the myths about the YPG would serve the US interests. Then comes the hard task of crafting a realistic Syria policy that is coordinated with Turkey and one that can achieve lasting stability.

Some Myths about the YPG

Ever since Turkey launched Operation Olive Branch in northwestern Syria, its goals have been mischaracterized and quite a few myths continue to thrive. One of these is that Turkey is conducting the operation because it cannot tolerate any “Kurdish” gains in northern Syria. It has become commonplace to describe the PKK-linked YPG as “American-backed Kurdish militias” or simply “Kurds” as if they represent the majority or all of Syrian Kurds. In fact, the YPG has sought to dominate the region at the expense of Kurdish groups not aligned with the PKK.

Back in the fall of 2014 during the battle for Kobani, the YPG refused to allow a large contingent of Peshmerga forces to help with the fight against Daesh. At the time, Turkey had even allowed the Kurdish Peshmerga forces from Iraq to travel through its territory – a first in Turkish history – to arrive in Kobani. From the beginning, the YPG has only been interested in creating a PKK stronghold in northern Syria. This is clearly unacceptable for Turkey but it is a far cry from an “obsession” with any Kurdish political gain in Syria. If anything, Turkey has encouraged unity among Syrian Kurds and sought to convince the PYD to join the opposition forces against Assad. Turkey also supported non-PYD Kurdish representation in a national dialogue congress.

Another major myth has been the YPG’s “effectiveness” as ground forces against Daesh. It should be remembered that the PYD had made a deal with the Assad regime at the beginning of the Syrian uprising. It was only after the sudden rise of Daesh that the YPG started to promote itself as “staunchly secular” and fearless fighters against Daesh. The Obama administration decided to utilize them as “local partners” against Daesh in an environment where the American public was opposed to any “boots on the ground.” Ever since then, the YPG has dominated the military battlefield largely thanks to US military supportincluding critical air cover and protection.

The devil’s bargain continued under the Trump administration but the YPG’s utility is now proving limited at best. The political commitment of the YPG to the PKK’s goals in Syria is so strong that they announced that they would redeploy their forces from the Daesh fight to Afrin against Turkey. The irony should not be escaping anyone that the YPG is willing to abandon the fight against Daesh – the very rationale for the US support – in order to fight a US NATO ally. Some analysts have suggested that the US can broker a deal with Turkey and somehow convince the YPG to sever ties with the PKK. However, Turkey’s Afrin operation has exposed that the congruity between the two is so deep and organic that the PKK’s strategic and political goals take priority over the fight against Daesh.

The myths about the YPG can be maintained so far as the US policymakers choose to ignore realities on the ground for political expediency or the lack of a coherent Syria policy. Turkey’s Afrin operation has already exposed many of the ill-conceived notions about the YPG. It is time for the US to coordinate with Turkey strategically and rely on its NATO ally for its policy goals. Establishing stability in northern Syria is a common goal but it cannot come at the expense of Turkey’s national security. Ensuring that Daesh does not come back is also a common goal but the YPG cannot be relied upon to achieve it. Abandoning the myths about the YPG would serve the US well. Then comes the hard task of crafting a realistic Syria policy that is coordinated with Turkey and one that can achieve lasting stability.

The US must end Support to the YPG to repair Ties with Turkey

This article was first published by New Turkey on March 6, 2018.

Recent visits by Trump administration officials have resulted in the creation of a strategic conversation mechanism but it is not clear how much progress can be made. After all, administration officials have not signaled a serious rethinking of the U.S. support for the YPG.

The US must end Support to the YPG to repair

The U.S. must end its military and political support to the YPG not only to repair ties with Turkey but also to bring long lasting stability to Syria. If the U.S. is interested in a semblance of stability in Syria, it is a no brainer that it needs to work with Turkey and not with the PKK’s Syrian branch. The YPG is a direct threat to Turkey’s national security and it is not a reliable insurer of stability in any meaningful sense of the word. It only makes sense for the U.S. the U.S. to work with its state allies like Turkey, not a terror group’s extension.

The PKK’s Syrian branch, the YPG, has sought to carve out an autonomous zone in northern Syria by securing U.S. support under the pretext of fighting Daesh and by kicking Arab populations out of their lands. The PKK utilized the rise of Daesh and secured this as an opportunity by promising the U.S. that it will fight the terrorist organization in return for military and political support. The Obama administration played along starting with the Kobani fight and bought into PKK’s game plan despite Turkey’s multiple warnings. However, starting with Operation Euphrates Shield, Turkey displayed its determination in terms that it will not tolerate the PKK’s efforts to create a statelet for itself with U.S. support.

While rebranding the PKK’s Syrian forces and integrating them into the Syrian Democratic Forces (SDF) may have looked like a clever move, it was simply a gimmick to evade Turkey’s reaction and avoid legal complications, as U.S. law does not permit providing support to terror organizations. By investing in a partnership with the YPG, the U.S. created a center of gravity around it, driving many smaller groups to be part of the SDF. The SDF might include many non-YPG fighters but the YPG has remained the dominant group accomplishing its military and political goals.

The already existing command structure owed to the PKK made it easier for U.S. planners to invest in the YPG and to promote them as the most “effective fighters.” In reality, though, their “success” against Daesh always entailed U.S. air cover and military support including heavy weaponry. If one of the central goals of U.S. policy is stability, a group that depends on U.S. support so much cannot deliver it.

The YPG systematically pushed Arab populations out from their lands in northern Syria, rendering them refugees in Turkey. The YPG was able to justify this demographic engineering under the pretext that many of these Sunni Arabs might have ties to Daesh. With the blessing and support of the U.S. forces, they are now the dominant force controlling Arab majority cities like Raqqa. U.S. policymakers must recognize the reality that the YPG they have invested in is a destabilizing factor itself. Turkey’s Afrin operation has shown that the YPG has its own political agenda and it is not only interested in fighting Daesh. Moreover, it is ready to make deals with all actors, including the Assad regime.

Turkey is out of patience. Multiple promises by the Obama and Trump administrations have proven to be empty rhetoric. Recent visits by Trump administration officials have resulted in the creation of a strategic conversation mechanism but it is not clear how much progress can be made. After all, administration officials have not signaled a serious rethinking of the U.S. support for the YPG. If the U.S. treats the discussions in this new mechanism as brainstorming sessions with no concrete action on the ground, they may prove to be futile. “Working through” Turkey’s concerns may not cut it this time around; a real strategic conversation needs to start addressing Turkey’s national security requirements.

The KRG’s Independence Bid Spells Trouble

This article was first published by New Turkey on Sebtember 27, 2017.

An independent Iraqi Kurdistan would probably lead to yet another round of conflict in Iraq’s never-ending civil war. In the absence of any international backing and legitimacy, the KRG leaders will need to think long and hard before declaring independence.

The KRG s Independence Bid Spells Trouble

The Kurdistan Regional Government’s (KRG) referendum on independence is no great news for an already fractured country and a destabilized region. Independence is an openly stated goal of the Iraqi Kurds who consistently declare it is only a question of when, not if. However, the only outside support for KRG independence is confined to the Israeli promise to recognize a potential Kurdish state. Most stakeholders, including the U.S. and Turkey, oppose the referendum and support Iraq’s territorial integrity. Iraq has monumental challenges ahead including terrorism, reconstruction, refugees and internally displaced persons, and regional proxy wars being fought in its territory. A potential declaration of independence would most likely exacerbate these problems and lead to further destabilization of the country.

Some analysts have argued that Turkey might be open to or even embrace a declaration of independence given its close ties with the KRG. Turkey’s reaction so far has been anything but. A recent RAND Corporation report argues that Turkey might be open to Iraqi Kurdish independence especially if the declaration is not sudden and comes after negotiations with the Baghdad government over the long term. The reality is that the referendum is unlikely to lead to a declaration of independence and the KRG will seek an amicable divorce through talks with Baghdad. The most recent agreement between Erbil and Baghdad to fight against ISIS was supported and brokered by the U.S. In the case of independence, however, there is no such common ground and there does not seem to exist any available U.S. or Turkish patronage.

Iraq is fractured and will remain so for the foreseeable future. Unaddressed grievances in the country will likely exacerbate political instability despite the most recent military defeat of ISIS in Mosul. The most important reason for the emergence of ISIS was the failure of the Iraqi political system that left Sunnis out of the political system. Even in the very unlikely scenario where the KRG successfully negotiates Kurdistan’s exit from Iraq, the lack of Sunni say in the matter will continue to destabilize the country and the broader region. An Iraqi Kurdish exit will also be tested by the struggle over disputed territories and the lack of a political agreement.

Turkey’s economic investments and security interests along with its political relations with the KRG make it a critical actor. However, Turkey-KRG relations are now deeply unsettled by what looks like the KDP leader Barzani’s bid to prevail over his rivals with the promise of an elusive independence. If Turkey had supported the independence referendum, the KRG would have overcome a major hurdle in terms of international legitimacy. However, from Turkey’s perspective, the independence bid is a deeply destabilizing move in an environment where, only a few months ago, ISIS held large swaths of Iraqi territory. Turkey has had close relations with the KRG but multiple statements by Turkish officials against the upcoming referendum illustrate the limits of Turkish support for the KRG. Turkish opposition to the breakup of Iraq is so strong that Turkey might take punitive steps, including imposing sanctions against the KRG.

Turkey’s argument against Iraqi Kurdistan’s independence is based on a variety of considerations. First, yet another chapter in the long Iraqi civil war would bring about another layer of instability to the region and adversely impact Turkish economic and security interests. Second, potential new conflict could open up space in Iraq for the PKK which has already gained ground in Syria due to the prolonged civil war and American support for the PYD. Third, Turkey continues to value its relationship with the rest of Iraq and is particularly invested in the fate of the Turkmen community. Fourth, unintended consequences of the breakup of Iraq promise a whole new set of complications that would threaten Turkey’s border security and might weaken its current influence in northern Iraq.

Turkey has enjoyed strong ties with the KRG leadership but it does not want to be the enabler of a breakup of Iraq. Turkey spent a lot of energy during the tenure of the former Iraqi Prime Minister Nuri al-Maliki to ensure Sunni inclusion in the Iraqi political system. In an environment where the Sunnis have virtually no say in the future of Iraq, Turkey would not want to contribute to their further alienation by midwifing an independent Iraqi Kurdistan. If the referendum leads to a new era of ethnic conflict, Turkey’s security and economic interests would be negatively, potentially empowering the PKK.

In many ways, the independence referendum has placed the horse before the cart, so to speak. There was already a referendum in 2005 with an overwhelming support for independence. Repeating a referendum with predictably similar results only indicates an effort to strengthen Barzani’s hand politically rather than a step in achieving “self-determination.” While the votes are yet to be tallied, Barzani has officially claimed victory in the referendum vote – an expected repeat of the 2005 referendum result. Yet, it is not entirely clear if this result will actually empower the KRG’s hand, as the Baghdad government has already ruled out negotiations labeling the referendum “illegal.”

The KRG President Barzani has called for negotiations with Baghdad for independence, however, the potential punitive measures and political alienation by Turkey and Iran may weaken the KRG’s hand in forcing such negotiations. In fact, Iran has already closed its border shared with northern Iraq and Turkey is mulling whether to close the border. The KRG’s referendum bid was clearly to prop up Barzani’s position against rival Kurdish parties who have been calling for a new presidential election. Having gone forward without the agreement and patronage of two neighboring powers, Iran and Turkey, the KRG has risked political isolation, not to mention potential for conflict.

Ever since the invasion of Iraq by the U.S., Iraq has gone through periods of crises and chaos with short periods of only “relative” calm. It is currently in a highly fragile state and the breakup of the country through the establishment of an independent Iraqi Kurdistan would probably lead to yet another round of conflict in Iraq’s never-ending civil war. In the absence of any international backing and legitimacy, the KRG leaders will need to think long and hard before declaring independence.

Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Sistemin Krizi

Bu yazı ilk olarak 16 Eylül 2017 tarihinde Sabah Perspektif‘te yayınlanmıştır.

Önümüzdeki hafta New York’ta toplanacak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda (BMGK) birçok çatışma alanı ve uluslararası sorun görüşülecek. Ancak gerek Kuzey Kore gerekse Arakan gibi konularda ciddi somut bir adım atılması beklenmiyor. Birleşmiş Milletler (BM) uluslararası çatışmalara ve krizlere çözüm üretme noktasında tarihinin belki de en etkisiz dönemlerinden birini yaşıyor. Bu durumda Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan ve günümüze kadar süregelen uluslararası sistemdeki belirsizliğin önemli bir payı var. Uluslararası sistemdeki belirsizlikle birlikte kriz ve çatışma alanlarının yaygınlaşması BM’nin ancak büyük güçlerin öncelediği meselelerde rol oynayabilmesi sonucunu doğuruyor.

Soğuk Savaş zamanında Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki güç mücadelesinin uluslararası arenaya yansıdığı ana kurum olarak öne çıkan BM’nin sonrasında gitgide önemini yitirdiğine şahit olduk. Irak’tan Sudan’a, Libya’dan Myanmar’a kadar birçok konuda genel olarak Batı’nın ve daha özelde ABD’nin önceliklerinin belirleyici olması gerçek anlamda uluslararası kalıcı çözümlerin üretilmesine engel oldu. ABD’nin İran nükleer krizi gibi ulusal güvenlik sorunu gördüğü krizlerde somut adımlar atabilen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) örneğin Suriye meselesinde etkisiz kalması bu çelişkinin bariz bir tezahürü oldu.

1991’de Irak’ın Kuveyt’ten çıkarılmasında BMGK’nın ağırlığını aslında uluslararası koalisyon kurmanın önemine inanan George H. W. Bush başkanlığındaki Amerikan liderliğine borçlu olduğunu söylemek mümkün. Uluslararası toplumu Irak’ın Kuveyt’ten çıkarılması hedefi etrafında birleştiren ABD’nin diplomatik ağırlığını koyması BMGK’nın daimi üyelerinin desteğini getirmişti. Hedefi belli ve uluslararası meşruiyeti olan Irak’ın Kuveyt’ten çıkarılması için gerçekleştirilen uluslararası askeri müdahale uluslararası kurumların işlemesi açısından bir başarı örneği olarak sunuldu. Ancak bu örnekte de görüldüğü gibi BMGK’nın işlemesini sağlayan sebep ABD’nin Irak’ı sadece Amerika’nın değil uluslararası toplumun bir sorunu olarak tanımlayan ve çok uluslu koalisyonu önceleyen tavrı olmuştu.

BMGK’nın 11 Eylül sonrasında uluslararası terörle mücadeleyi ana gündemi haline getirmesinde de ABD’nin öncelikleri etkili oldu. 11 Eylül’ün yarattığı siyasi havayla birlikte George W. Bush yönetimi BM’de uluslararası bir koalisyon ve konsensüs oluşturmaya çalışmadan Afganistan ve sonrasında Irak’a karşı savaş açtı. Bush yönetiminin tek taraflı askeri müdahalesi aslında BMGK’nın da giderek ağırlığını yitirmesine yol açtı. “Ya bizim tarafımızdasın ya onların” tavrıyla spesifik bir ülkeden ziyade “terör” gibi bir olguya savaş açan Bush yönetimi BM’nin sadece Amerikan hedeflerini gerçekleştirmeye yardımcı olan bir fonksiyonu olduğunu düşünüyordu. Bush’un tek taraflı müdahaleci politikası BM gibi kurumların ağırlığını iyice azalttı.

Arap Baharı’nın kritik dönüm noktalarından birini teşkil eden Libya müdahalesine ise Obama yönetimi BM’nin rejim değişikliğini meşrulaştırıcı rol oynamasını sağlamış oldu. Özellikle Arap Birliği’nin Kaddafi’nin indirilmesi için yaptığı çağrı ve lobi faaliyetleri sonrasında ABD nispeten düşük bir masrafla Libya müdahalesini “geriden liderlik” stratejisiyle gerçekleştirdi. Libya’da sivilleri koruma amaçlı “insani müdahale” ile rejim değişikliği sağlanması, Rusya’nın tepkisini çekerken BMGK’da bu tür bir askeri müdahalenin meşrulaştırılmasını artık imkânsız kılacaktı. Rusya’nın Esed rejimine karşı alınacak kararlara karşı çıkması da Libya müdahalesinden çıkardığı “dersler“e dayanıyordu.

BMGK Suriye krizinde görüldüğü gibi Esed rejiminin davranış biçimini değiştirecek veya çatışmanın durdurulmasını sağlayacak anlamlı herhangi bir adım atamadı. ABD’yle Rusya’nın karşıt cephelerde yer aldığı Suriye krizinde her iki gücün de birbirini suçlamayı tercih ederek aslında sorunun çözümünü sağlayacak adımlar atmaktan kaçındıklarını söyleyebiliriz. Rusya Suriye krizinde daha başından beri ABD’yle pazarlığa açıktı. Ancak Obama yönetimi Suriye’yi ulusal çıkarı dahilinde görmediği için bu pazarlığa yanaşmadı ve Rusya’nın vetosunu kullanarak uluslararası adımların önünü almasına zemin hazırlamış oldu. İki güç arasında bir nüfuz mücadelesine dönüşen veto savaşlarının önemli bir sonucu BMGK’nın uluslararası krizlere çözüm üretemeyen bir kurum olduğunun adeta tescillenmesi oldu.

Uluslararası liderlik krizi
BMGK’nın uluslararası krizleri çözmekten çok dondurmayı ve çözülemez hale getirmeyi alışkanlık haline getirdiği bir uluslararası sistemden bahsediyoruz. Uluslararası normların (Esed rejiminin kimyasal silah kullanması örneğinde olduğu gibi) çiğnenmesine karşı ancak büyük güçlerin tahammülüyle orantılı olarak cevap verebilen BM saygınlığı ve meşruiyetinin sık sık sorgulanmasıyla karşı karşıya kalıyor. Arakan’da yaşanan etnik temizlik örneğinde olduğu gibi BM’nin sert kınamalar yayınlayıp durumu seyretmekten fazla öteye gidememesi bu meşruiyet krizini derinleştirmeye devam ediyor.

BM’nin sadece Batı’nın çıkarlarına hizmet eden bir kurum olduğunu söylemek yanlış olur elbette. BM uluslararası kriz ve çatışma alanlarında büyük güçlerin güç mücadelesinin kurbanı olarak uluslararası norm ve değerleri ancak BMGK’nın daimi üyelerinin algıladığı şekilde uygulayabilen bir kurum haline geldi. Dolayısıyla BM’nin uluslararası sistemin iç savaş, etnik çatışma, ekonomik istikrarsızlık, küresel terör ve iklim değişikliği gibi birçok sorundan muzdarip olduğu bir dönemde uluslararası liderlik boşluğunu doldurabilmesi de mümkün görünmüyor. Bu tablo bize uluslararası sistem krizinin halihazırda yaşanan uluslararası liderlik krizinin bir tezahürü olduğunu ve dolayısıyla önümüzdeki hafta gerçekleşecek olan BM Genel Kurulu’ndan beklentilerin gerçekçi bir zemine oturması gerektiğini hatırlatıyor.

Beyaz Amerika’nın hiddeti, ırkçılığın yükselişi ve Trump

Bu yazı ilk olarak 19 Ağustos 2017 tarihinde Star Açık Görüş’te yayınlanmıştır.

Charlottesville’de geçtiğimiz hafta sonu yaşananlar Amerika’da ırk meselesinin ciddi bir ana fay hattı olarak kalmaya devam ettiğini ve daha da derinleştiğini gösteriyor. Trump’ın başkan seçilmesi sonrasında gerek göçmenler gerekse Müslümanlar üzerinden verilen kültür savaşları ve kimlik siyasetinin Amerikan iç siyasetinde daha belirleyici hale geldiği ve ırkçılığı körüklediği açık. Ancak Charlottesville’i sadece aşırı ırkçı grupların şiddeti çerçevesinde tartışmak yüzeysel olacaktır. Başkan Trump’ın harekete geçirdiği Beyaz Amerika’nın hiddetinin ırkçı gruplardan bağımsız olarak pozitif bir ekonomik gündemle dönüştürerek sisteme entegre etmesi şu an için zor görünüyor. Şu ana kadar kendi tabanını memnun etmeye yönelik ve sert bir dil kullanan Trump’ın daha geniş kitlelerin desteğini alarak başarılı olması oldukça zor. Ayırımcı ve ırkçı tonları da olan ancak daha çok ekonomik eşitsizlik ve beyaz işçi sınıfının siyasi sisteme tepkisi üzerine oturan Beyaz Amerika’nın hiddetinin toplumsal şiddete mi dönüşeceği yoksa bir şekilde sisteme mi ekleneceği Trump’ın ve ulusalcı ekibinin performansına bağlı olacak. Trump Beyaz Amerika’nın hiddetiyle ırkçılık arasına kalın bir çizgi çekemezse Charlottesville örneğinde olduğu gibi yönetme kabiliyetini yitirecek.


Trump’ın Beyaz Saray’da ulusalcı-küreselci çekişmesi olarak tarif edilen ve aslında Cumhuriyetçi Parti’nin 2008’den beri parti tabanı ile parti elitleri arasındaki savaşın bir yansıması olan kavgayı yönetmesi kolay olmayacak. Trump önümüzdeki dönemde parti içindeki bu uçurumu kapatmayı başaramazsa kendi yarattığı canavarın kurbanı olabilir.


Ekonomik popülizm

2008 başkanlık seçimlerinde seçmeni en iyi okuyan ve kendini iktidara taşıyacak siyasi dalganın Irak savaşına karşıtlık olduğunu tespit eden Obama tarihi bir başarıya imza atarak Amerika’nın ilk siyahi başkanı olmuştu. 2016 seçimlerinde ise Trump’ı iktidara taşıyan ‘dip dalga’ 2008 ekonomik krizinin yarattığı sosyo-ekonomik realite ve bunun dönüştürerek harekete geçirdiği beyaz Amerika’nın sisteme karşı duyduğu memnuniyetsizlik ve buna bağlı olarak siyaset dışından bir aday istemesi oldu. 2008 krizi 1930’ların Büyük Buhranı sonrası ülkenin yaşadığı en büyük ekonomik kriz oldu. Finans sisteminin tamamen çökmesinin önüne geçilmesi adına dev finans kurumlarının iflası devlet sübvansiyonlarıyla engellenirken ve bu şekilde zengin elitler korunurken, orta ve alt sınıfların işlerini, evlerini ve birikimlerini kaybetmeleri toplumda genel olarak siyaset kurumuna karşı duyulan tepkinin derinleşmesine neden oldu.

‘Büyük Durgunluk’ tabir edilen krizi kucağında bulan Obama iktidarında ekonomik iyileşmenin çok yavaş ilerlemesi, Obama sağlık reformunun özellikle ‘küçük kasaba’ Amerikasında yarattığı memnuniyetsizlik, göçmenler ve ‘İslami radikalizm’ üzerinden verilen kültür savaşlarıyla birleşince siyasete karşı tepki ırkçı grupların kendilerini çok daha açık ifade edebilmelerine zemin hazırladı. Trump başkanlık kampanyası döneminde siyasete karşı duyulan hayal kırıklığı ve nefreti popülist ve ulusalcı bir dille kendisini başkanlığa taşıyacak bir itici güce dönüştürmeyi başardı. İlk önceliği ekonomik kaygılar olan geniş kitleler, Trump’ın göçmenler, azınlıklar ve Müslümanlara karşı söylemlerini görmezden gelmeyi tercih ettiler. Trump ne kadar siyasi gaf yaparsa yapsın puan kaybetmedi ve aksine rakiplerine karşı kullandığı aşağılayıcı dil geleneksel siyasetin parçası olan ‘siyasi doğruculuğun’ yıkılması olarak görüldü. Başkanlığı devraldığı Ocak ayından beri hızlı bir biçimde ‘Washington’la savaş’ modunda kampanya döneminde verdiği sözleri yerine getirmeye çalışan Trump, kimlik siyasetine girmekten ve kültür savaşlarının dozunu artırmaktan kaçınmadı. Bu bağlamda Charlottesville’de yaşananlar Trump’ın Beyaz Amerika’nın hiddetiyle ırkçılık arasındaki ayrımı yapabilmesi açısından en önemli testi oldu ancak bu sınavı veremedi.

Ulusalcı kanadın sonu mu?

Charlottesville’de yaşanan şiddet olayları ırkçı, Neo-Nazi ve beyaz üstünlüğünü savunan grupların Amerikan İç Savaş’ında güneyi temsil eden Konfederasyon ordusunun önemli isimlerinden General Robert E Lee’nin heykelinin indirilme kararını protesto etmek istemeleriyle başladı. Karşı protesto düzenleyen gruplarla çatışmaya girmekten çekinmeyen ırkçı gruplar siyasi yelpazenin hemen hemen bütün kesimlerinden kesin bir kınamayla karşılanırken Trump özellikle ilk gün yaptığı açıklamalarla ırkçı grupları kesin bir dille kınamadığı için eleştirildi. Pazartesi günü yaptığı ve prompter’dan okuduğu açıklamada kendisinden istenilen şekilde ırkçı grupları isim vererek kınasa da Trump’ın bu açıklamayı kerhen yaptığı algısı yaygındı. Sonrasında medyanın eleştirilerine Twitter’dan cevap veren Trump, bu algıyı doğrulamış oluyordu. Salı günü altyapı yatırımlarıyla ilgili olarak basının karşısına geçen Trump, kendini tutamayıp gazetecilerle ağız dalaşına girdi. Bu defa her iki tarafta da aşırılar olduğunu söylemekle kalmayıp ırkçı grupları savundu ve ABD’nin kurucuları Washington ve Jefferson’ı Konfederasyon liderlerine benzeterek büyük tepki çekti. Trump’ın ırkçı grupların mesajını ve şiddetini meşrulaştırmaya çalışması bu grupları Beyaz Amerika’nın hiddetinin bir tezahürü olarak gördüğünü ve ayrıştıramadığını gösteriyor.

Trump’ın başdanışmanı ve Beyaz Saray’daki ulusalcı ekibin başı Steve Bannon ırkçı grupların başkan üzerinde etkili olmasından sorumlu tutuluyordu ve görevden alınması sürpriz olmadı. Bannon 2008 ekonomik krizinin yarattığı ekonomik yıkımın beyaz alt sınıflarda oluşturduğu tepkiyi anlayan ve bunu başkanlık kampanyasının itici gücü haline getiren isim olarak öne çıkıyor. Beyaz Saray’dan önce yönettiği Breitbart haber sayfasının ‘alternatif beyaz’ tabir edilen aşırı ırkçı grupların platformu haline gelmesi Bannon’ın da ırkçı olarak suçlanmasına neden oluyor. Kendini (ırkçı değil) ekonomik ulusalcı olarak tanımlayan Bannon, küreselleşme karşıtı ‘önce Amerika’ sloganının mimarı olarak biliniyor. İzolasyonist bir dış politika isteyen Bannon, Amerikan askeri müdahalelerine karşı çıkıyor. Bannon günümüzün en büyük mücadelesinin ‘radikal İslam’ ile ‘Judeo-Hristiyan Batı’ arasındaki küresel çatışma olduğunu savunuyor. Bannon, ‘cihatçı İslami faşizmle açık bir savaş halindeyiz’ sözleriyle ifade ettiği medeniyetler çatışması tezi doğrultusunda Trump başkan olur olmaz uygulamaya konulan dokuz Müslüman ülkeye karşı seyahat yasağının da baş mimarı.

Kamuoyu desteğinde tarihin en düşük rakamlarını gören Trump’a Bannon’ın görevine son vererek ırkçı gruplardan uzaklaştığı sinyali vermesi yönündeki baskı had safhaya ulaşmış durumda. Başkan Trump’ın İç Güvenlik Bakanı John Kelly’yi Özel Kalem olarak ataması sonrasında asker kökenli ulusal güvenlik takımı daha ideolojik ulusalcı takım karşısında güçlendi. Bannon’ın da temsil ettiği ulusalcı grupları kaybetmek Trump’ın işine gelmese de Charlottesville olayları bardağı taşıran son damla oldu ve Kelly’nin Trump’ı ikna ederek Bannon’ı kovması asker kanadının zemin kazanması anlamına geliyor. Trump’ın Bannon’ı göndermesi ulusalcı kanadın Beyaz Saray’da temsil edilmeyeceği anlamına geliyor. Trump’ın mobilize ettiği ulusalcı ve ırkçı kitleleri kendi tarafında tutması bundan sonra oldukça zor olacak.

Kimlik siyaseti ve ırkçılık

Charlottesville performansıyla birçok kesimden yoğun tepki alan Trump’a desteğin ulusalcı olmayan kesimler arasında erimesi tehlikesi başkan için en önemli kaygılardan biri. Trump’ı sistemi ‘aksatması’ ve geleneksel siyasete darbe vurması için Washington’a gönderdiğini savunan kesimler şu ana kadar başkandan memnun. Ancak asıl ekonomik kaygılarla oy veren daha merkeze yakın kitlelerin ekonomik vaatlerin yerine getirilmemesi durumunda Trump’tan uzaklaşması kuvvetle muhtemel. Bu yüzden, bir yandan Rusya soruşturmasının baskısını hisseden bir yandan da Kongre’den istediği yasaları geçiremeyerek kendi partisiyle kavga eden Trump 2018 ara seçimlerinde partisinin ciddi oy kaybına yol açabilir.

Trump faktörü Amerikan iç politikasına yüksek oranda bir öngörülemezlik etkisi yapmış durumda. Trump kendisini başkanlığa taşıyan kızgınlığın enerjisini şu ana kadar kurumlarla kavga etmekle harcadı ve pozitif gündem oluşturamadı. Trump’ın yasama süreçlerinin gerektirdiği uzun soluklu stratejik planlamadan uzak kaotik yönetim tarzı Obama sağlık reformunun ilgası gibi en önemli vaatlerinden birine mal oldu. Beyaz Saray’daki yönetim krizi ve Trump’ın irticalen yönetme tarzı özellikle kriz zamanlarında Charlottesville gibi siyasi felaketlere yol açacaktır.

Trump’ın Beyaz Saray’da ulusalcı-küreselci çekişmesi olarak tarif edilen ve aslında Cumhuriyetçi Parti’nin 2008’den beri parti tabanı ile parti elitleri arasındaki savaşın bir yansıması olan kavgayı yönetmesi kolay olmayacak. Charlottesville krizinde görüldüğü gibi, parti tabanı daha çok Trump’ın tarafında yer alırken elitlerin çoğu başkanı isim vermeden ve bazıları da isim vererek eleştirdi. Trump önümüzdeki dönemde parti içindeki bu uçurumu kapatmayı başaramazsa kendi yarattığı canavarın kurbanı olabilir. Parti içindeki çelişkileri harmanlayıp iç çatışmaları pozitif bir ekonomik gündemle aşabilirse belki sonunda Trumpçılığın zaferini ilan etmemiz bile gerekebilir. Ancak başkanın Amerikan siyasetinin en derin fay hattı olan ırk meselesinde ırkçıların yanında durarak gösterdiği başarısız performansın unutulması mümkün olmayacak. Kampanya döneminde harekete geçirdiği Beyaz Amerika’nın hiddetinin ırkçılığın yükselişi olarak tezahür etmesi, tabanın tepkisinin ekonomik eşitsizliğin aşılmasını sağlamaktan ziyade şiddet, kimlik siyaseti ve kültür savaşlarına yol açacağı anlamına geliyor.

kadirustun@setadc.org